31 Ocak 2009 Cumartesi

The Danish Girl (2012)

David Ebershoff adlı yazarın aynı adlı romanından uyarlanan ve/veya uyarlanmakta olan film. Yapımcılığını Nicole Kidman, yönetmenliğini ise Anand Tucker yapacakmış. Kadroda şu an iki isim duyuruldu. 1.'si Nicole Kidman (Einar Wegener rolünde), 2.'si ise Charlize Theron (Greta Wegener rolünde)...

Zaten ben başından beri Danimarkalı kızları severim. Sevmekle kalmam, kendilerine karşı ekstra bi' saygı bile duyarım. Umarım keyifle izleyebileceğim bi' film olur.

Düzeltme: Yazdığım tarihteki ayrıntılarla bugünün ayrıntıları aynı değil. Bu konudaki son yazı burada.

Woody Allen

Vicky Cristina Barcelona adlı film ile yakından inceleme fırsatı buldum. Gerçekten çok kaliteli bi' sinema adamı. Tam bi' "DEDE". 1 Aralık-Ben de yedim...- 1935 doğumlu. Bugüne kadar birçok filmde parmağı var ve en büyük özelliği çektiği filmlerin birçoğunu da kendi yazması. Yani tek dize, tek kalem... En sevdiğim şey, fabrikasyon çalışmak. Demek istediğim her şeyi. Yazdığı her bi' satırı, yazdığı andaki kafanın aynısını kullanarak sinemaya dökmek. Müthiş bi' şey. İşin güzel tarafı, bu adam sinemadan bıkmıyor. Eskileri saymakla bitiremeyiz ama 2009'a da bi' film hazırlıyor. Adı da Whatever Works. Bize merakla beklemek düşer...

The Wrestler (2008) #3

Sonunda izledim. Gerçi biraz tuhaf oldu. İlk 1 saatini dün akşam, geri kalanını az önce izledim. Önce filmde çok gıcık olduğum iki noktayı dile getireyim; Birincisi, şu Ayetullah ile olan maçı esnası, seyircilerin "USA, USA, USA..." şeklinde tempo tutması. Holywood'un aşamadığı nokta bu işte... İlla bi' propaganda hareketi. Yani insanın aklına "Altın Küreyi bunlara özellikle mi veriyorlar?" sorusu gelmiyor değil. Hayır, tam "Müthiş bi' film ya..." şeklindeki düşünce bulutu beynimde konumlanırken, o sahneye rastladım. Moralim bozuldu resmen, ne saçmaydı ya... İkincisi ise, çok basit. Şu "UNDERDOG" tadındaki dövüşcü olayını "ROCKY" serisinden hatırlamam. "Çok güçlü ama duygusal bi' yandan da..." tadında bi' çerez hissiyatı...

Nihayet dırdırım bittikten sonra, çok hoşuma giden bi' kaç şey var, onları da dile getireyim hemen;
  1. Oyunculuk; Harbiden enfes. Yani son zamanlarda bu kadar gerçeklik hissettiren bi' film izlememiştim. Özellikle başrol oyuncuları -Sin City filmindeki Marv adlı karakteri canlandıran-Mickey Rourke ve Marisa Tomei'nin performansları harika. Mickey öyle bi' oynamış ki rolünü, zaman zaman kendimi adamın yerine koymaktan alıkoyamadım. O'nun bu oyunculuğunu Altın Küre - En iyi erkek dram oyuncusu ödülü ile süslemesi de çok tatlı oldu.

  2. Kostüm olayı; O da iyiydi. Özellikle Strip Club'daki kostümler çok iyi seçilmiş, :P. Şaka bi' yana, filmdeki gerçeklik oranının bu kadar yüksek olmasının bi' sebebi de kostüm seçimleri olsa gerek.

  3. Filmin son sahnesi. İzleyiciye bırakılmış. Bu olaya hastayım zaten. Fakat bu şekildeki bitişin amacı, "Ne olur ne olmaz, belki film tutarsa ikincisini çekeriz?" tadında olmaktan ziyade izleyiciye "Acaba kızıyla barışacak mı?", "Manitayı bağlayabilecek mi?", "Yoksa ölecek mi?" sorularını sormayı güdüyor.
Not: Film şu an IMDB'de 47. sırada...
Not2: Mickey Rourke'nin tırnaklar çok acayip...

Karelerimi de paylaşayım da kapatayım;







30 Ocak 2009 Cuma

Don Michael Corleone, The Godfather III (1990)

Koskoca mafya liderinin çocuklarına yazdığı, çaresizlik ve umut dolu bi' mektup. İşte beni, P.S. I Love You gibi filmlerdeki öpüşme sahnelerinden ziyade, bu tip sahneler etkiliyor. Arkada şu karaler ve onların üstünde Üstad Pacino'nun sesiyle dile gelen mektubun satırları. Ulan, bi' film başlar başlamaz yürek yakar mı bea?






"My dear children; It is now better than several years since I moved to New York, and I haven't seen you as much as I would like to. I hope you will come to the ceremony of papal honors given for my charitable work. The only wealth in this world is children; more than all the money, power on earth, you are my treasure." - Don Michael Corleone

29 Ocak 2009 Perşembe

R.P. McMurphy, One Flew Over the Cuckoo's Nest (1975) #2

Deli mi, yoksa çok akıllı mı? Ya da bu soru tam bi' klasik mi, yoksa keyifle tartışılabilecek güzel bi' konu mu?

Kenan İmirzalıoğlu

1974, Ankara doğumlu sinema oyuncumuz. Yine şahsi fikrim, aynı Tuba Büyüküstün'de olduğu gibi, harcanmaması gerektiği yönündedir. İçerisinde bulunduğu projeleri gözden geçiriyorum da; ilk olarak Deli Yürek adlı diziyle başlamıştı. Her ne kadar kıytırık bi' proje de olsa 10'lu yaşlardaki bi' çocuk için hikayesi güzeldi. Kenan da süper bi' performans göstermiş, kendisini insanlara sevdirmişti. Gerçi sonlara doğru sarpa sarmaya başlamıştı. Dizi Show TV'den ATV'ye geçmiş ve Zeynep'i oynayan kişi değişmiş ve insanların tüm hevesi bi' anda sönüp gitmişti. Dizinin sonunu hatırlamıyorum misal. Neyse, 2 sene sonra, 2001'de diziyle bağlantılı olarak; Deli Yürek; Bumerang Cehennemi adlı süper bi' filmde oynamıştı. Şimdi bunu yazdım, canım filmi izlemek istedi... Hani şu Oktay Kaynarca'nın düğünde hoplayıp zıplar ve halay çekerken vurulup öldürüldüğü film. Çok iyiydi, kelepçeden kurtulmak için parmağını çıkarıyordu falan. Güzeldi yani... İyi projeydi, en azından içi boş değildi. Sonra Alacakaranlık diye bi' dizide oynamış. 2003'de. Başrolde Uğur Yücel oynamış. Gerçekten hiç haberim yoktu. Sonra 2004'de sinyali verdi. En azından ben aldım sinyali. Yine Uğur Yücel'in yazıp yönettiği Yazı-Tura adlı filmde boy gösterdi. Film gişe yapmadı ama bi' sürü ödül topladı. Festival festival gezdi. Toplamasa da önemli değil ya... Sonra bi' Acı Hayat furyası başladı. 2005-2006 sezonunda ekranlardaydı. O sırada Kocaeli'nin Kandıra kazasında öğrencilik yapıyordum. Bizim sınıftaki kızlar toplanıp izliyorlardı falan. Ben o sıralar hayata küsmüş, manyak manyak takılan bi' gençtim. Es geçtim. Sonra altın döneme girdi Kenan, 2007 senesi. İki tane çok kaliteli yapımda boy gösterdi. İlki Son Osmanlı Yandım Ali, ikincisi ise Şener Şen ile başrolü paylaştığı Kabadayı. İkisi de çok iyiydi.

Kısacası, bu adamı da kaybetmesek keşke. Çok iyi oyuncu, şimdi Türk Sinemasının ağır adımları arasında ezilip kalmasa keşke. Ne bileyim ben, geçen de Tuba Büyüküstün ile ilgili bi' yazı yayımladım. O yazımda Tuba için söylediklerim Kenan için de geçerli. Keşke ziyan olmasa... Yetenekleri boşa gitmese...

25 Ocak 2009 Pazar

The Bank Job (2008)

2 uzun arayla izledim. Bana bi' kere daha bi' romandan ve/veya gerçek hayat hikayesinden uyarlanmış filmlerin ne kadar etkili olduğunu hatırlattı. Gerçek hayattan, sadece karakterlerin isimleri ve görüntüleri değiştirilerek izleyiciye sunulan bu leziz çalışmaların bi' örneği de bu film. Jason Statham başrolünde ki şu sıralar "Aksiyonun kralı kim?" sorusunun en net cevabı... Güzel bi' hikaye. Adı üzerinde, bi' banka soygununu konu edinmiş. Hikaye İngiltere'de geçiyor. İçinde dostluk, ihanet, aşk, hırs gibi bilimum çeşit duygu var. Yönetmeni tanımıyorum, yine de adını vereyim; Roger Donaldson.

Ayrıca unutmadan şikayetimi de belirteyim; keşke Saffron Burrows'un oynadığı Martine Love karakterini başka birine verselermiş. O ne öyle ya, ne oyunculuk, ne bi' şekil... Bi' de Michael X gerçek hayattan kimmiş, nasıl biriymiş, gerçekten merak ettim. Ah be kardeşim, bi' insan bu kadar mı ezik olur?..







Handsome Rob, The Italian Job (2003)

Çok sevimli bi' karakter. Jason Statham canlandırmış. 2011'de, bu kez başrolde olmak üzere, The Brazilian Job adlı filmde de izleyebileceğiz. Heyecan verici...

24 Ocak 2009 Cumartesi

Mickey Rourke

Akşam akşam güldüm ya. Gerçekten de çok komik bi' adamsın Mickey... Neymiş, kendisine Altın Küre kazandıran ve Oskar Ödüllerine aday olmasına sebep olan The Wrestler filmini henüz izlememiş. Hatta ve hatta, kendisine ait olan birçok filmi henüz görmediğini söylemiş. Bi' de kendisini sadece aynada tıraş olurken görebildiğini eklemiş. Şimdi şu haber çıkmasaydı, belki kendi kendime; "Adam belki izlemedi bile..." gibisinden düşünebilirdim. Fakat şu an, bırakın izlemediğini, günde 10 kere başa sarıp-sarıp izlediği bile aklımdan geçmiyor değil. Komik şeyler bunlar, :). Yani az efendi ol, serin kal. Ne bileyim duşa felan gir, nedir çektiğin bu eziyet senin? İzlememiş, :)). Hayır, Torrent teknolojisine düşmedi de ben izlemedim. Yoksa o-hoooo, :))...

Ayrıca bi' dip not düşeyim; haber yine wenn.com adlı siteden.

23 Ocak 2009 Cuma

Warren Beatty

"Yaşamaya rağmen efsane olmak."

Robert Downey Jr.

"Müthiş bi' aktör." şeklinde övemeyeceğim. Fakat "Kötü aktör!" demek de haksızlık sanki.

"Peki neden böyle vasat bi' adam için zahmet ettin de, bu yazıyı yazıyorsun?" diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Şöyle söyleyeyim; wenn.com kaynaklı bi' haberde Downey Jr.'ın söylediği iddia edilen bi' cümle; "Google'ı seviyorum.". Tabi bunun devamı da var. "Google'ı seviyorum, çünkü insanların bana destek olduklarını, beni övdüklerini görmek hoşuma gidiyor." gibisinden bi' şeyler bi' şeyler... O zaman ben de sana soruyorum sayın Downey Jr.. İnsanlar seni, Tropic Thunder'daki "Komik Zenci Adam" rolünden ötürü mü seviyorlar, yoksa Iron Man'i canlandırmandan dolayı mı? A pardon, sen şu "Çok yakışıklı çocuk!" aktörlerinden değil miydin? Afedersin ya, gerçekten çok afedersin...

22 Ocak 2009 Perşembe

81. Oskar Ödülleri Adayları Açıklandı

Sinemanın, en azından benim açımdan, en tartışmasız ödülleri Oskar(Oscar)'ın adayları açıklandı. 2008 yılında gösterime girmiş filmler arasından seçilen adayların, Oskar heykelciğini zulalama çabaları falan konumuz. Şimdi adayları resmi internet sitesinden teker teker yazmak yerine, size bakıl tutmayı öğreteceğim. Alın, buradan bakın. The Curious Case of Benjamin Button yoğunluğu var. Misal, bi' de vidyo koyalım. Daha net şeyapın.



Neyse Cnbc-e, yine sana işte düştü be aslanım, :).

Not: En üstteki Oskar heykelini de resmi siteden aşırdım, :D.

Qi Shu

Bugüne kadar hiç izlemedim. Sadece bi' kaç yerde, bi' kaç fotoğrafını gördüm. Böyle çiçeklik gibi bi' şey. Asyalı Şirine... İzlemek istedim, baktım filmografisine... The Transporter var... Dedim "İşte fırsat!". Zaten izlememiştim. Listemde de vardı. Sırası gelsin, izleyeceğim. Oyunculuğunu o zaman konuşuruz...

Neden?

Neden bütün ama bütün filmlerde, dizilerde, romanlarda azıcık ucundan da olsa aşk var? Aşk yani... Yorumlayabiliriz. Nedir aşk? Her insanın yaşadığı klişe bi' duygu mu? Yoksa herkezde farklı reaksiyon sağladığı için şahsa özel bi' duygu mu? Zor soru fakat bu konuda hemen hemen herkezin, yarım da olsa, bi' cevabı var. Bu yüzden yanıtlanması kolay. Tabi ortak nokta yakalamaya gelirse iş, o zaman yandık. Garip şeyler bunlar. Sevmek fiili gibi, bilmiyorum...

20 Ocak 2009 Salı

Vertigo (1958)

Biri Alfred Hitchcock mu dedi? Aklıma gelen 4 filmden 1'i budur. Acayip bi' şey... Deha işi, Hitchcock Amca da zaten bi' deha ya...

James Stewart ve Kim Novak'ın akıl almaz derecedeki müthiş oyunculuğu, Alfred Amca'mın döktürmesi, D'Entre Les Morts adlı bi' romandan uyarlanmış nefis senaryo... Harika gerçekten... İzlemeden ölmeyin ya da ölmeden izleyin, benden tavsiye;





James Stewart

20 Mayıs 1908 - 2 temmuz 1997

Sinema tarihinin en büyük oyuncularından biri. Enfes bi' yetenek. İnsanın izledikce izleyesi geliyor. Özellikle, Alfred Hitchcock Amca ile yaptığı Vertigo ve Rear Window filmlerinde sergilediği performans ile sinema severlere çok büyük kıyaklar yaptı. Fakat gelin ve görün ki 1997'de aramızdan ayrılıp, gitti.

Alfred Hitchcock & Grace Kelly & Kim Novak & James Stewart

"Fantastic Four"

18 Ocak 2009 Pazar

Scarface (1983)

Armitage Trail'in ilk olarak 1932'de filmleştirilmiş romanının 1983 yılında Al Pacino'nun başrolünde olduğu versiyonu. Brian De Palma yönetmiş, Oliver Stone senaryolaştırmış. Övmek için kelime bulamıyorum. Al Pacino'nun The Godfather serisinin ilk filmiyle ikinci filmi arasına sıkıştırdığı bombası. Dün gece bi' kere daha izledim, bi' kere daha hasta oldum. Evet, Tony Montana ve sloganı "World is Yours"...

Hikaye süper, Küba'nın Amerika'ya kakaladığı 25.000 suçlunun arasından sivrilen dik başlı, açgözlü bi' manyağın içinde her türlü duyguyu barındıran hikayesi... Yaklaşık 3 saat sürmesine rağmen, hiç sıkılmadan izlenebiliyor. Diyaloglar da süper. Bu sefer bi' iki tanesini buraya yazmak yerine, direkt IMDB linkini vereyim. Buyrun; IMDB.

Bi' de yakaladığım kareler var ki, off;