18 Ocak 2013 Cuma

Bir zamanlar Anadolu'da (2011)


Bizim bildiğimiz adıyla Bir zamanlar Anadolu'da, dünyaya da "Once Upon a Time in Anatolia" şeklinde lanse edilmiş film. Bu filmin yazılarının giriş cümlesinde genelde "Nuri Bilge Ceylan'ın seçtiği isim ile de dünya klasiklerine gönderme yaptığı projesi..." filan gibisinden bir giriş olur. Geçen sen çok konuşulmuştu.

Benim izlediğim ilk NBC filmi. İlk izlenimim üzerine gayet beğendiğimi söyleyebilirim. Zira çok konuşulmuş ve izleyicinin beklentisi oldukça yukarıya çekilmiş bir yapımdı bu. Hoş, benim gözlemleyebildiğim kadarıyla NBC'yi sevenler için pek sürpriz olmadı ama benim gibi ilk defa bir NBC filmi izleyen birisi için ilginç ayrıntılar vardı. Mesela NBC'nin tam bir fotoğrafcı yönetmen tarzı olduğunu gördüm. Film boyunca onlarca, belki yüze yakın kartpostallık fotoğraf verdi. Bunu dünya sinemasında yapan çok isim mevcut ama NBC bu işi biraz takıntı haline getirmiş heralde. O olaya bayıldım. Bir de yönetmenin insiyatifinin çok ama çok az olarak çekilen bir "Bir ağaçtan düşen elmanın dere suyunda sürüklenmesi" sahnesi vardı ki işte usta yönetmen işi tadını orada tam olarak damaklarımda hissettim yani. Bu tarz bir olayı, şimdi ismini hatırlayamadığım bir Uzak Doğu filminde izlemiştim. Ondan beridir bu tarz çekilmiş sahnelere bayılırım.

Bunlardan hariç bir mesele daha vardı. Bu da film başladığında savcı ve beraberindekiler cesetin yerini araştırıyorlarken vakit geceydi. Yani her taraf karanlıktı. Hatta inceledikleri yerlere bir araç farı çevirmek durumunda kalıyorlardı. Daha sonra birkaç yere bakılmış olmasına rağmen, şüpheli bölgeleri tanılayamadı ve ceset bulunamadı. İş ilerledi. Yarına sarktı. Yarın gündüz gözüyle, ilk baktıkları yerde ceseti buldular. Toprağa kısmen gömülmüş bir halde kadraja girdi. Yani NBC seyirciye, "bu ceseti gündüz gözüyle göreceksiniz. Gündüz gözüyle göreceksiniz ki durumun vahmiyetini anlayın." diyordu. Tıpkı maktül babası otopsiye alınan çocuğun, annesi ceseti tanımlaması için içeri girerken kapının kapanmasıyla seyirciyle beraber dışarıda bırakılmasında olduğu gibi NBC, işin tamamen kendi kontrolünde olduğunu. Sadece filmin değil, seyirci ile olan ilişkinin de patronunun kendisi olduğunu ısrarla gösteriyordu sanki.

Bir cinayet teması üzerine inşa edilmiş bir film olduğunu söylemek yanlış olmamakla beraber yönetmenin derdinin söz konusu cinayeti anlatmak yerine daha geniş bir perspektif ile Anadolu'nun ve Anadolu insanının özetini anlatması olduğunu belirtmek gerekir. Film Anadolu'dur. Dikkat ederseniz her türlü insani karakteri canlandıran tiplemeler dizayn edilmiştir. Oburu da vardır, çok dürüstü de, merhametlisi de, acıması da ve daha birçok özellik.

Oyuncu kadrosu ise muazzamdı. Hangisi başrol oyuncusuydu, hangisi yardımcıydı bilmiyorum. Eğer karıştırmıyorsam, şu an Öyle Bir Geçer Zaman Ki dizisinde oynamakta olan Muhammet Uzuner -ki müthiş bir oyuncu olduğunu düşünüyorum- filmdeki en kilit karakterdi. Onunla beraber belki de kadronun en medyatik yüzü olan ve fakat bu yüksek medyatiklik ile birlikte de son yaptığı ÇGHB adlı işi ayrı tutmakla beraber söylüyorum, tiyatro geçmişine herkesin saygı duyduğu bir isim Yılmaz Erdoğan vardı. Bir polis amirini canlandırıyordu. Taner Birsel vardı. Ahmet Mümtaz Taylan vardı. Onların yanında, bu Geniş Aile dizisi ile birçoklarına ulaşmış olan ve fakat benim çok önceleri Özgü Namal ile birlikte oynadıkları bir filmde izleyerek tanıştığım ve nedense müthiş bir insan olduğunu düşündüğüm Fırat Tanış vardı. Bence müthiş bir kadroydu.

Müthiş de bir filmdi. Kırpmaları biraz geniş tutuyorum, iyice inceleyin. :)











12 Ocak 2013 Cumartesi

Red Lights (2012)


Rodrigo Cortés diye bir ağabey yazmış, yine kendisi yönetmiş. Ana teması, tıpkı The Reaping filmindeki gibi, doğaüstü olaylara açıklamalar getirmekle nam salmış bilim adamı/adamları ve bu doğrultuda başlarına gelen ilginç olaylar. Tabi son olay, her zaman en zoru ve en kafa karıştırıcı olanıdır. Bu filmde de öyleydi.

Tek tatmin olduğum noktası, uzun süre sonra yeni bir Robert De Niro performansına şahit olduğum bu filmde, zilyon tane klişe vardı. Saymakla bitmez. Klişeleri saymaya zaten gerek yok ama annesinin mide ağrısı, bir medyum tarafından "önemsiz" diye tanımlandıktan sonra mide kanserine yakalanıp vefat ettiği için doğa üstü olaylara savaş açan bir bilim adamı söz konusu ki "Ehhh..." dedirtti. 

Yani asla bir yönetmenin ya da senaryonun, değindiği bütün konuların açıklamasını yapmak zorunda olduğunu savunanlardan değilim ama böyle bir hikayede, aşırı uçarı olayların döndüğü bir temada bunu yapmadığınız takdirde ciddiyetinizi ve saygınlığınızı kaybedersiniz. Hani, en sonunda sahtekar çıkaracağınız(O da en başından beri belliydi. Şu sahte körlük filan, çok barizdi.) adamın, sözde gerçekleştirmiş olduğu uçarı eylemlerin nasıl yapıldığını anlatmadığın zaman, "Orayı yazamamış." oluyorsun işte. Çünkü bu adam sahtekar lan! Uçmasını anladım, tamam ama o intihar eden kuşları nasıl organize ettin? Ya da o evi nasıl dağıttın? Karakteri De Niro canlandırıyor diye her şeyi yapabilmesi normal mi kabul ediliyor, tam anlamadım da...

Bir de şu poster eğer resmi ise filmin ne kadar dandik bir mantıkla organize edildiğinin en müthiş örneği aslında. O sondaki bugüne kadar 234329845923094 kere kullanılmış "Aaaa, aslında benmişim lan..." tribi bu işin artık cılkının çıktığı saniyedir. "This Year's The Sixth Sense" nedir be arkadaş?

Neyse.




5 Ocak 2013 Cumartesi

Frenzy (1972)


Yine bir roman uyarlaması, yine Hitchcock!

Usta'nın, tam 30 sene sonra İngiltere'ye dönüp çekmesi hasebiyle kadrosunun tamamı İngiliz oyunculardan oluşan bir film. Bir önceki The Man Who Knew Too Much adlı, 1956 yapımı filmdi. Döneminde çekilmiş diğer filmlerle kıyasladığım zaman oyunculuk anlamında sınıfta kaldığını söylemekte bir sakınca görmüyorum. Buna rağmen çok çok çok iyi bir gerilim olduğunu söyleyebilirim. Öyle ki Hitchcock'un ömrü boyunca çektiği yaklaşık 60 uzun metraj filmin sonran bir öncekisi olduğu için, artık iyiden iyiye yönetmenlik anlamında çoştuğu bir film olmuş. Demek istediğim, belki bu filmi çeşitli sebepler öne sürerek Hitchcock TOP 10'a koyamam ama rahatlıkla Hitchcock'un en iyi yönetmenlik performanslarından birini sergilemiş olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Özellikle ustalık gerektiren nüanslarda, mesela sahneler/olaylar arasındaki bağlantılar ve filmin seyredişinin interaktif bir biçimde seyirciyi de içine katmış olması anlamında inanılmaz başarılı bir iş çıkmış.

Film dönemin Londra'sı, ahlaki değerleri, aile kurumu ve bunlar gibi birçok konu hakkında görüş bildiriyor ama anatema olarak Londra sokaklarında gezinen bir seri katil ve bu seri katilin işlediği tecavüz ve cinayetler ile yargılanan masum bir adamın hikayesini anlatıyor.

Şimdi Alfred Hitchcock filmi izleyip izleyip, "ÇOK GÜZEL GERİLİM, OH YEAH!" muhabbeti yaparak çirkinleşmek istemiyorum ama değinmek istediğim bir nokta var. Adamın bence en büyük özelliği size sunduğu karakterler arasında %100 objektif bir tutum sergilemesi. Yani size yaşattığı gerilim sadece "Aman esas oğlan tehlikede!!!" değil. Ortada bir gerilim varsa ve bunu filmdeki en kafa karakterden en vasıfsız karaktere kadar kim yaşıyorsa yaşasın, bu gerilimi seyirci de yaşıyor. Bu konuda birkaç örneğim var;

1. Esas oğlanın tüm süreç boyunca yaşadığı gerilim. (Ana karakter.)
2. Gerçek katilin hareket halindeki bir kamyonun damperindeki patates çuvallarının içinde bir iğne ararken yaşanan gerilim. (Yardım karakter)
3. Yine gerçek katilin esas oğlanıın eski karısını katletme sürecinde yaşanan gerilim. (Yardımcının da yardımcı karakteri.)
4. Yine gerçek katilin esas oğlanın sevgilisini katlederken yaşanan gerilim. (Özellikle bu sahnede müthiş bir ayrıntı var. Katil kızı, tamamen masum vaadler ile evine götürür. Evin kapısı kapanır ama Alfred Hitchcock seyirciyi eve almaz. Eve almamakla da bırakmaz, kamera geri geri merdivenlerden aşağı inip, binadan dışarıya çıkmak suretiyle olay mahalinden uzaklaşır. Müthiş bir sahneydi. Seyirci, bir önceki maddede belirttiğim tecavüz+cinayet sahnesini gördüğü için, bu sahneyi de çok merak etmektedir fakat yönetmen izin vermediği için görememektedir.)
5. Patates çuvallarının yola dökülmesi ve cesetin ayaklarının damperin dışına taşmasını görmeleriyle kamyondaki garipliği farkeden polislerin kamyonu durdurmaları ve kamyonun ani freni sonrası cesetin pat diye damperden yola düşmesi sürecinde yaşanan gerilim. (Vasıfsız karakterler)

Az önce de belirttiğim gibi, Hitchcock bu sahneleri verirken söz konusu karakterlerin yaşadığı gerilimi seyirciye de enjekte ediyor. Yani o anda hangi karakter söz konusu sahneyi yaşıyorsa, siz de kendinizi o karakterin yerine koyuyorsunuz.

Bu filmin bence en fazla akılda kalıcı yanı; İyi huylu, tamamen düzgün bir yaşantı sahibi olan, güzel bir evi ve ekstra fedakarlıkları* sonucu mutlu bir evliği olan dedektifin karısıyla işinde yaşadıklarını paylaşırken, karısının yaptığı abuk subuk yemekleri istemeden de olsa yediği veya yemiş gibi yaptığı sahnelerdi. Öyle iğrenç yemekler vardı ki onları unutmak gerçekten imkansız gibi. İnanılmaz rahatsız edici ve izlemesi zor sahnelerdi.

Bir de son olarak Alfred Hitchcock filmi izlediysek, cameo sahnesini de konuşmamız gerekir tabi ki. Bu filmdeki cameo sahnesi çok ama çok garipti. Belediye Başkan'ı bir konuşma yapmaktadır ve bir noktadan sonra dinleyicileri bu konuşmadan memnuniyet duyar ve alkışlamaya başlarlar. Bu rengarenk kıyafetler içerisinde, yüzleri gülen ve büyük çoşku yaşayan kalabalığın arasında siyah takım elbiseli ve fötr şapkalı şişman, donuk ifadeli, alkışlamayan tek bir adam dikkat çeker. :)

İzleyin bu filmi.






3 Ocak 2013 Perşembe

Lawless (2012)

Posterde Shia LaBeouf veya Tom Hardy'den ziyade Guy Pearce'yi tercih etttim.
Zira filmdeki en kötü, en siyah karakter oydu.

The Proposition (2005) ve The Road (2009) gibi iki iyi filmin yönetmeni Joan Hillcoat'ın çektiği, gerçek bir yaşamdan öyküsünden uyarlanmış bir "country" öykü.

Transformers serisi ile ünlenen ve şahsen dikkatimi çeken, daha sonra da Disturbia ve Walla Street: Money Never Sleeps filmleriyle iyice adından söz ettirmeyi başaran kaliteli oyuncu Shia LaBeouf ile Guy Ritchie'nin RocknRolla filminin hemen ardından gelen Bronson ile büyük bir oyuncu olduğunu tüm dünyaya kanıtladıktan sonra Inception, Warrior ve meşhur Bane karakteri ile Batman: The Dark Knight Rises filmlerinde izlediğim Tom Hardy'nin başrolünü paylaştığı bir filmden söz edeceğiz. Tabi bu ikiliye eşlik eden Jason Clarke (Public Enemies), Guy Pearce (Memento), Mia Wasikowska (Alice in Wonderland/Jane Eyre), Gary Oldman (Arife tarif ne hacet?) gibi isimleri de atlamamak gerek.

Öncelikle belirtmek lazım ki; "Postapokaliptik dünya" gibi çok ama çok fazla defa işlenmiş bir tema üzerine çalışmış olmasına rağmen müthiş orijinal bir iş olan The Road filminin yönetmeninden beklenmesi gereken kalitenin altında kalmış bir film. Ha, keyifli mi? Oysa ki bu film gerçek bir hayattan uyarlanmış olduğundan mütevellit, biraz daha orijinal olması beklenebilirdi. Fakat gel gör ki yönetmen işin bu kısmından yakalamak yerine, görüntü yönetmenliği kasmış ve genelde çok başarılı doğal görüntülerle(iyi bir manzara, rengarenk kırlarda koşuşan vahşi atlar vs. gibi) bir farklılık yakalamaya çalışmış. Bu ciddi manada bir "eksi puan".

Öte tarafta ise 1931 yılında başlayan ve meraklısının ilgisini çekmekte asla zorlanmayacak çok çok hoş bir öykü var. Tabi, az önce de belirttiğim gibi, belli bir noktadan sonra sonu belli olduğu için sadece ama sadece başarılı oyunculuk performanslarına şahit olmamı sağlamaktan başka bir şeye derman olmaması da eksi puandı. E oyunculuğa geldiğimiz zaman da böyle bir kadro oluşturulduğu zaman bu performansı beklemek de gayet olağan bir beklenti sayılıyor. Yani, her izlediğimde "The New De Niro" hissini yaşadığım Shia LaBeouf ve bir Bane karakteriyle dahi daha şimdiden efsaneleşmiş Tom Hardy'i yan yana izlemek gayet bu filmi sevebilme sebebi olabilecekken, aynı açıdan baktığımızda, koskoca filmin ve kadronun bizlere sadece ama sadece oyunculuk performansı sunması da büyük bir eksiklik.

Evet, filmin genelinde izleyebileceğiniz "anlık şiddet" sahneleri siyah sinema sevenler için büyük keyif verici bir ayrıntı olarak göze çarpmasına rağmen, öte yandan da alttaki görsellerde de görebileceğiniz gibi yönetmenin ara ara papazın kızının kucağındaki yavru ceylana odaklanma gibi cins şirinlikleri de can sıkmıyor değil.

Yine de tavsiye ederim yani, ne diyeyim...






1 Ocak 2013 Salı

Safe House (2012)


Dün gece şöyle hareketli, basit, tabiri caizse kafa açacak bir film izlemek istedim. Elimdekilere göre en uygunu Safe House gözüküyordu. Baktım, David Guggenheim diye bir abi yazmış. Yönetmeni de Daniel Espinosa diye İsveç doğumlu, anası İsveçli babası Şilili bir yönetmen. Daha önceleri İsveç Sineması adına başarılı işler yapmış, sonra bu filmle de Safe House'a zıplamış.

Denzel Washington Ryan Reynolds'u başrollerde izliyoruz. Yanlarında da Vera Farmiga ile Brendan Gleeson var.

Avrupa Sineması'nın tadını bilenler bilir. Ben de bu yönetmenin İsveç kökenli olduğunu görünce mutlu oldum. "Acaba Hollywood gücüyle çekilmiş bir Avrupa yapımı ile karşı karşıya kalır mıyım?" diye düşündüm ama filmin en sondaki minik çaplı Mexican Standoff sahnesi dışında bana bunu hissettiren bir sahne olmadı. Ondan sonra da koskoca iki adamın yaşadığı bromance tadındaki diyalog o keyfin de içine etti doğrusu. Film daha çok, klasik "CIA'in içindeki karmaşık işleri ve ABD'nin dünyanın en güçlü devleti olduğunu" anlatan belki de 45534534. film olmuş.

"Dünyayı da karıştırsanız Amerikan Konsolosluğu işin içine girdi mi efendi olacaksınız!", "CIA öyle bir oluşumdur ki Brezilya'da bir çatışma çıksa, oraya gidip soruşturma/gözlem yapabilecek şekli vardır." gibi mesajlar verip verip durdu yine. Tabi bunları artık eleştirmeye, bu sebeplerden dolayı filmleri beğenmemeye dahi gerek yok.

Bence filmdeki en başarılı artı Ryan Reynolds isimli arkadaş olmuş.

Peace.