30 Temmuz 2012 Pazartesi

The Prestige (2006)

Yine Nolan'dan gittim. Kafayı taktım çünkü lavuğa. :)). Hele şu TDKR filmiyle iyice fitil etti beni. The Prestige'yi de uzun zamandır bekletiyordum. Dün akşama nasip oldu.

Christopher Priest diye bir adamın aynı ismindeki romanından uyarlanmış. Nolan, kardeşi Jonhatan Nolan ile birlikte düzenlemişler filmi. Tıpkı Memento'daki gibi. Ben de bugüne kadar bu filmi izlemeyişimi, tesadüfi aksiliklere bağlayabilirim. Normalde kaçmazdı yani. Zaten her sohbeti olduğunda tonla övgüye tabi tutulurdu. Hep merak ettim. Hep garipsedim. Beklentilerim de oldukça yüksekti. Zira iki tane sihirbazın birbirleriyle yaşadıkları rekabet, açıkcası benim pek ilgimi çekmiyordu. Cem Yılmaz'ın Hokkobaz filmi dahi daha fazla çekici sayılabilirdi benim için.

Neyse işte, buna benzer bir ruh haliyle bastım play butonuna. Film başladı. Her geçen saniye, beni biraz daha içine çekti. Karanlığı çok sevdiğini bildiğim Nolan'dan başka bir karanlık kompozisyon daha izliyordum ve kendimi de git gide bu kompozisyonun içerisinde buldum. "Nolan yine dehasını konuşturmuş." düşüncesini geçirdim aklımdan. Filmde bomba ayrıntılar vardı. İntikam hırsı vardı. Tüm karekterler çok zekiydi. İki sihirbazın arasındaki rekabete, paralel olarak sunulmuş olan Edison-Tesla rekabeti de insanı bir başka mest etti.

Bundan hariç, sihirbazları canlandıran Hugh Jackman ve Christian Bale'nin ufak numalardaki başarıları da ilgi çekiciydi. Bilmiyorum ama tahminime göre, ikisi de bu konuda eğitim almışlar.

Michael Caine yine her zamanki gibi harikaydı. Bayan oyuncular Scarlett Johansson ve Rebecca Hall de benim şahsen oyunculuk anlamında en çok beğendiğim iki isim. En fazla iki elin parmakları kadar bulabileceğiniz iyi bayan oyuncunun ikisini aynı filmde buluşturmak gayet başarılı bir hamle olmuş. Hugh Jackman da iyiydi. Bale'ye zaten söylenecek söz yok.

Sonu da, iskelet olarak tipik bir Nolan sonu da olsa genel anlamda oldukça ilginçti.

Bu kadar. Artık işe dönmem lazım.

"are you watching closely?"










28 Temmuz 2012 Cumartesi

The Dark Knight Rises (2012)


Ah be Nolan, vah be Nolan...

Eveeet, bugün gittik ve gördük filmi. Gerçeğe, diğer MARVEL karakterlerinden çok daha yakın bir noktada bulunan fantastik bir karakter olan Batman ile alakalı bir filmdi bu. Şu ana kadar açıklanana göre, Christopher Nolan'ın çekeceği sondan bir önceki Batman filmi. Geçenlerde izleyip, yazdığım Following filmiyle sinema dünyasına süper bir giriş yaptıktan sonra Memento, Insomnia gibi muhteşem filmlere imza atmış bir adam bu Nolan. Sonra da Batman serisi başlamış. Oldum olası şaşırıyordum zaten. Böyle bir adam, neden süper kahraman filmi çeker diye. Zira bir önceki Batman filmine kadar süper kahraman filmlerine pop-corn film gözüyle bakıyorduk. Sonra işte Nolan o filmi çekti ve o işin çıtasını biraz yükseltti. Eyvallah. Fakat bu son filmin tavrı hiç normal değil.

Sinematik anlamda baktığımız zaman, çok çok çok başarılı bir film olduğunu söylemekten çekinmem. Birazdan değineceğim noktaları hariç senaryo, sahne geçişleri, müzikleri harikuladeydi mesela. Gotham City'nin karanlığı gayet başarılı bir şekilde servis edilmişti. O da hoştu. Spoiler olmasın diye ayrıntı vermeyeceğim ama iki tane de muhteşem ters köşe vardı. Cast konusu da öyle. Döneminin en iyi oyuncularından biri olarak -tartışmasız- kabul görmüş bir Christian Bale, her ne kadar bu filmde öyle olmasa da benim şahit olduğum gelmiş geçmiş en büyük kötü adam oyuncusu Gary Oldman, vizyonu geç de olsa parlamış ve en son Bronson filmiyle(bunu da yakında izleyeceğim) patlama yaşamış -Inception'da da Nolan ile beraber çalışmışlardı-Tom Hardy, yine Inception ile zirve yapmış Joseph Gordon-Levitt, en az on sene önce efsaneler arasında girmiş Morgan Freeman ve Michael Caine ve yine, aslında yönetmenlerin fetiş oyuncusu yapmasından pek hoşlanmam ama, Inception ile zirve yapmışlardan olan Marion Cottilard gibi isimlerle bezeli bir yapım. Kısacası oyunculuk seviyesi oldukça yukarılarda bir iş. Ayrıca belki bazılarınız Anna Hataway'i neden saymadığımı merak edebilir, hemen söyleyeyim; Kedi kadın gibi dünya çapında çok fazla ilgi çeken, bilinen ve sevilen bir karakterin içine tükürdüğü için. O ağırlığı malesef kaldıramamış.

Neyse işte, her şey aslında güzeldi. Fakat kötü olan bir şey vardı, ki bu şey filmin neden bu kadar fazla reklamının yapıldığının ve sinemaya çıktığı ilk gün IMDb'de 10. sıraya kadar tırmandığının işaretiydi bence. O da şuydu; Batman, resmen izleyiciye alttan alttan "Otoriteye karşı çıkmayın, yoksa kaybeden siz olursunuz..." mesajı veriyordu. Bugün bu konuyu, filmi henüz izlememiş bir arkadaşımla konuşuyordum. O da konuyu Arap Baharı muhabbetine bağladı. Haksız da değildi bence. Siz de bir düşünün, bağlantıyı kuracaksınız.

Yani böyle bir şey olur mu? Bir kötü(!) adam var. Kendisine göre, insanlardan çalışmış bir değeri, insanlara geri vermek için, yine o insanlarla bir birliktelik oluşturuyor. Halk yani, halk ile ortak bir ayaklanma başlatıyor ve Batman, devletin Polis'i ile birlikte olup, halk ile savaşıyor.

Gülsem mi ağlasam mı? Siz karar verin ya, lütfen...

Arkadaşım, bu nasıl Batman? Hadi geçtim Batman'i, bu nasıl Nolan? Bir Following'i çekmiş bir adam böyle bir filme imza atar mı? Bu nasıl bir cinsliktir? Sanki adamın kafasına silah dayamışlar, bu filmi zorla çektirmişler.

Söyleyeceklerim bu kadar. Anlayana yeter de artar bile.

İyi hayatlar. İsyan etmeyin. Baş kaldırmayın. Yoksa Batman gelir, kıçınıza tekmeyi basar! :)

Sevgiler.

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Funny Games (2007)

- Why are you doing this?
+ Why not?

Diğer bir adıyla, Funny Games U.S.

Alman yönetmen Michael Haneke'nin 1997 yılında izleyiciye sunduğu, kendisinin yazıp yönetmiş olduğu filmin, 10 sene sonra İngilizce'ye çevrilmiş olanı. Kadro değişik bir de, o kadar. Sanıyorum bunu, filmi daha büyük kitlelere ulaştırmak için yapmış. İyi de yapmış, çok güzel de yapmış. Evet. Birkaç gün izledim. Ne zamandır yazmak istiyordum çünkü bu filmin bloğumda illa ki olması gerektiğini düşünüyordum fakat bir türlü fırsat olmuyordu. Kısmet bu sabahaymış. Açtım film hakkındaki notlarımı, yazımı yazmaya başladım.

Filmi bir dostumun tavsiyesi üzerine bayağı bir zaman önce edinmiştim. Fakat bek sıcak bakmıyordum bir türlü. Sonra boş bir vakit bulduğumda sarıldım ve çok şaşırdım.

Oysa film gayet NORMAL(!) başlamıştı. Varlıklı ve NORMAL oldukları, kullandıkları arabadan tutun da oynadıkları oyuna ve hatta giyindikleri kıyafetlerde bile gözlemlenebilen üç kişilik bir aile, dünyanın en sıkıcı ve tırt şarkılarını dinleye dinleye, sanırım, yazlıklarına doğru gidiyorlardı. Ta ki kırmızı, dev fontlarla ekranda "FUNNY GAMES" yazısı belirene kadar. Zira o tam da o saniye şu EUROVISION'u kazanıp, bizim Sibel Tüzün ile French Kiss yapan LORDI miydi, ne halttı, o grubun şarkıları gibi çılgın, böğürmeli vs Kuzey ülkelerinin metal gruplarının şarkılarına benzer bir şarkı girdi. O an, ileride olacakları tahmin edemedim elbette ama ciddi anlamda fikir sahibi olduğum çok açıktı.

İzleyiciyle alay eden(-ki iki sahnede bunu acayip abartmış Haneke... Onlara birazdan değineceğim...) ve psikopat tanımını başka bir yerde rastlayamayacağınız kadar ilginç işlemiş, beyaz renkten insanları soğutmayı and içmiş(-de olabilir :P) bir film işte. Seyirciye sürekli "Hadi lan, artık bir şey olsun! Hadi ya!" tribi yaşatan, karakterlerini, özellikle bayan ve güçsüz olduğu için Naomi Watts'ın tarafında olmasını sağlayıp, daha sonra o sevdirdiği karakteri bir parmak şıklatmasıyla yok eden, kafayı yediren bir film.

Oyuncular özenle seçilmiş ve çok başırılıydı. Özellikle 2003 yapımı The Dreamers filmiyle bilinen Michael Pitt ile yanındaki Brady Corbet(-bu da şu ödüllü Melancoholia'daki Tim'di) ikilisi çok, çok, çok başarılıydı. Tim Roth zaten üstad. Hoş, fazla bir olayı yoktu. "Çaresiz kalan baba" rolünde yapması gerekeni yapmış. Naomi Watts da çok başarılıydı. Özellikle doğaçlama ve nasıl gelişeceği asla bilinemeyecek, sadece oyuncunun elinde olan sahnelerde, ki bu sahneleri iyi idare eden yönetmen yönetmenin hasıdır, müthiş performanslar göstermiş. Özellikle ellerinin ve ayaklarının bağlandığı sahnelere dikkat edersiniz.

Sonra şu iki üst paragrafta değineceğim dediğim konuya gelelim. Filmi izlemediyseniz ve spoiler korkunuz varsa, bu paragrafı okumadan alttaki capture'lara ilerleyin. Şimdi bu filmde, Haneke'nin, seyirciyi iyice kontrol almak için yaptığı iki farklı olay vardı. Birincisi, ev halkı ve psikopatlar arasındaki diyaloglar ilerlerken, birden manyaklardan birinin kameraya dönüp "Siz de onların yanındasınız değil mi?" diye sorması, az önce dediğim gibi seyirciyi olaya kitlemek ve belki de bir anlık gerilim uykusundan uyandırmak(çünkü o uykuya bir daha yattığın zaman şiddeti daha yüksek ve etkileyici olacaktı) adına çok akılcıl ve bir o kadar da filmin gidişhattını bozan bir hamleydi ama bence de o risk alınırdı. O sahneyi açıp bir daha izleyebilirsiniz. İkinci sahne de, Naomi Watts'ın, bir boşluktan yararlanıp, can havliyle ortada duran tüfeğe sarılıp, manyaklardan birini vurmasından sonra diğer bir manyağın "Where is that fucking REMOTE!"(-cümle yanlış olabilir.) diye bağırıp, uzaktan kumandayı bulması ve filmi geri sarmasıydı. Buradaki olay da yönetmen Haneke'nin izleyiciye, "Hiç boşuna heveslenmeyin, burada kötüler kazanır." demesiydi. Şahsen ben, o sahnede anladım ki bu filmden iyiler sağ çıkamayacaktı. Nitekim öyle de oldu.

Görseller de filmle süreç sıralamasına göre yüklendi. Buradan da filmin git gide ne kadar karanlıklaştığını gözlemleyebilirsiniz...






12 Temmuz 2012 Perşembe

Following (1998)


"everyone has a box..."

Yazılarındaki karakterleri oluşturmak için fikir sahibi olma adına insanları takip etmeye başlayan fakat bir süre sonra bu alışkanlığı bir bağımlılığa dönüşen bir yazarın hikayesi. Takip ettiği kişilerden birisiyle tanışır ve dünyanın en garip hırsızlıklarına ortak olur. Olaylar gelişir ve karışır.

Nolan'ın ilk uzun metrajı. Enfes bir kurgu. Tuhaf sahne geçişleri. Garip, baş ağrıtan ama nedense film ile müthiş uyumlu olduğunu düşündüğüm müziklerle süperliğine süperlik katılan bir yapım. Ayrıca filmin, her şeyinin yanında bir de siyah beyaz olması ilginç. Hoş, Slamdance Film Festivali'nde "En iyi siyah-beyaz film" ödülü gibi bir ödül de almış. Benim aklıma ilk olarak, film-noir akımına bir gönderme, bir "I LOVE YOU FILM-NOIR" tadı olarak algıladım çünkü şu The Blonde karakterini oynayan Lucy Russell'in görüntüsü ve esas karakterimizin evinde, daktilosunun bulunduğu masanın hemen üzerinde bulunan ve bir film-noir eliti olan Some Like It Hot filminin başrol oyuncusu Marliyn Monroe fotoğrafı bana bu izlenimi verdi. Bence önemli bir ayrıntı. Eğer bu konuda fikir ya da bilgi sahibi olan varsa, bu postun altına yorum olarak bırakırsa sevinirim.

Ondan hariç, oyuncu kadrosu çok garipti. Yani bunu filmi izlerken de hissettim. Pek bilinmeyen, düz kişilerle yapılmış, enteresan olmuş. Daha sonra casti daha yakından incelediğimde bunu filmin Nolan'ın ilk uzun metrajı olmasına bağladım ama kazın ayağı hiç de öyle değil. Zaten altta ayrıntıyla aktaracağım size, check it out yow!

Filmde dört ana karater vardı. Başlıyorum;
  1. "The Young Man" karakterini oynayan -karaktere gel...- Jeremy Theobald. Kaç doğumlu olduğunu bilmiyorum ama 1998 yılında çekilmiş filmdeki görüntüsü en en en ölü 25 yaşındaydı. Aslında 30 ama ben garanti olsun diye 25 diyorum ve şimdi bombaya bakın. Adamın, Following de dahil, oynadığı toplam film sayısı dört. Evet, yalnızca dört. Bunların 2 tanesi kısa film. Biri Following, diğeri de zaten yine Nolan'ın Batman Begins filmi. Onda da oynadığı rol, kısa filmlerindeki rollerinden daha kısa. :)
  2. "Cobb" karakterini oynayan Alex Haw. Filmin bombası. İnsanı hayretler içinde bırakan kişisi. Onun da yaşı hakkında bir bilgi yok ve yine benim görüşüm, o da bir Jeremy Theobald yaşlarında filandır. Onun IMDb sayfasını kurcaladığımızda hiçbir şey yok. Evet, yanlış duymadınız. Adamın sinemayla alakası, sadece bu film; Following... Öldü mü, kaldı mı bilmiyorum ama normalde böyle bir film patlatmış ve filmin de Joker'i olmuş bu adamın daha sonra sinema sektöründe gözükmemesi çok acı, hem de çok!
  3. "The Blonde" karakterini oynayan Lucy Russell. Bu da ilk deneyimini Following ile yapmış. Devamında da 18 filmde daha oynamış. Aralarında kısa metrajlar olmuş olabilir. :)
  4. "The Policman", John Nolan. Christopher Nolan'ın amcası. Bir söylentiye göre, Nolan'a sinemayı sevdiren adam. Eğer öyleyse iyi yapmış. Nolan da Ona güzel bir kıyak yapmış, ilk filminde, çok kısa yer alsa da, önemli bir karakteri canlandırtmış. Bu oyuncuların içinde zaten geçmişi ve geleceği olan bir John Nolan varmış zaten.
Yani demek istediğim, bu kadar anlatmaya çalıştığım şey, neredeyse sıfır bütçeyle çekilmiş -ne varsa bunlarda var zaten-, bu filmde, Christopher Nolan, ilk filmi olmasına rağmen büyük bir kumar oynamış ve kazanmıştır. Sonrası zaten malum. Yani The Prestige filmini izlemedim ama sohbetine ve tavsiyelerine çok güvendiğim sinemasever dostlarımın söylediklerine göre o da bir efsanedir. Böyle filmler yapabilen bir dehayı, Batman serisine ortak etmenin arkasındaki sır nedir, bunu düşündüm. Şahsi düşüncem, Nolan gibi sinema yapan bir adamın, böyle bir şeyi normal şartlarda yapmayacağıdır ama bu tarz delilerin de işi belli olmuyor tabi. Belki de "Gelmiş geçmiş en cins süper kahraman filmini yapma" amacıyla başladı o işe. Hatta işi yarıladı da, ne dersiniz? ;)

Not: Ayrıca bu filmi bu akşam bir kere daha izleyeceğim. Aslında ikinci sefer izledikten sonra, bu gece yazmayı planlamıştım çünkü film bittikten saatler sonra dahi düşündürmeyi ve yeni ayrıntılar keşfettirmeyi sağlıyor ama nedense son günlerde beni bir SS'ye yazma hevesi sardı. O yüzden dayanamadım, salladım zarları. :))