31 Aralık 2012 Pazartesi

Strangers on a Train (1951)


İlk olarak kafadan belirtmek istediğim bir şey var. Nerede "Alfred Hitchcock" ismi görsem, "Gerilimin ustası..." şeklinde bir tanım görüyorum ve bu beni ciddi anlamda rahatsız ediyor. Hoca'nın sadece bir "Gerilim" ustası olmadığını; tam tersine komple bir sinema adamı olduğunu bildirmek isterim.

Özlemişim Alfred Hitchcock filmi izlemeyi. Müzikleri diğer filmlere göre biraz zayıf geldi ama olsun.

"Hitchcock." denildiği zaman akla ne gelir? Tabi ki CAMEO! Bu filmde de vardı. Genel kanı, bu cameo kültürünün ilk temsilcilerinden birisi olan Alfred Hitchcock bir röportajında "Bu benim için bir hastalık oldu. Kendimi filmlerimde görmeyi sadece istiyorum. Fakat artık bunu filmlerimin başlarında yapacağım çünkü artık seyirci beni ararken, filmi kaçırıyor." demiş. Sanırım bu filmden önce söylemiş zira elinde devasa bir müzik aletiyle trene binerken, filmin giriş bölümü çoktan geçmişti. Bu röportaj ne zaman, hangi tarihte yapılmış bilmiyorum, araştırmadım da ama farklı bir şeyi ufaktan inceledim. O da Alfred Usta'nın bilinen cameo listesi. Şu listeden ulaşabilirsiniz http://tr.wikipedia.org/wiki/Alfred_Hitchcock'un_cameo_rolleri_listesi ve görebilirsiniz ki Hoca ilk olarak 1927 yılında, 4. uzun metraj filmi olan The Lodger: A Story of the London Fog filminde cameo yapmış. Daha sonra bu iş yıllar yılı sürmüş ve 1976'daki son filmi Family Plot'a kadar devam etmiş. Ben de daha önceleri genelde hep olabildiğince son filmlerini izlediğim için, bu filmde Hoca'yı göreceğim diye birkaç kere geri sarmak zorunda kaldığımı itiraf edeyim.

Neyse ya, gereksiz saçma ve uzun bir giriş oldu sanki. Filmden bahsedelim inceden;
Kısaca özet geçeyim; Bir manyak, ünlü bir tenis yıldızına "Sen benim nefret ettiğim babamı öldür, ben de senin boşanmaya çalıştığın karını..." şeklinde bir teklif yapar. Daha sonra tenis yıldızı bu teklifi kabul etmemiş olmasına rağmen, manyak Bruno kendi üzerine düşeni yapar ve olaylar gelişir.
Araştırdığım kadarıyla aykırı ve ekşi karakteriyle bilinen, Amerikalı gerilim yazarı Patricia Highsmith isimli bir bayanın yazdığı ilk romanın sinemaya uyarlanmış hali. Hitchcock ve ekibi perdeye aktarmışlar. Çok da iyi yapmışlar. Böyle müthiş bir senaryo, müthiş bir oyunculuk ve hemen hemen her Hitchcock filminde olduğu gibi efsanevi ve önündeki 60-70 seneye ilham verebilecek kadar iyi bir yönetmenli performansıyla iyice YEME DE YANINDA YAT filmi olmuş.

1951 yılında yapılmış bir filmde "Suçsuz olduğunu kanıtlamak için zamanla yarışan ana karakter" gibi günümüz filmlerinde gördüğümüzde "Klişe, ehehe!!!" dediğimiz şeyleri görmek kadar yönetmen için "Vay anasını, çakala bak ya..." düşündüren bir şey yok. Zaten bunları görmek bile filmi kendi bünyende ayrı bir yere koymak için gayet de geçerli bir sebep.

Hele filmdeki tenis maçı sahnesi ve sondaki atlıkarınca sahnesi efsaneviydi. Adam bir atlı karıncadan müthiş gerilimli ve korkunç bir sahne çıkartmış. İzleyince anlayacaksınız. O çoluk çocuğun aşık olduğu atlıkarıncadan (bu da nasıl bir isimdir arkadaşım) öyle bir görüntü vermiş ki ben dahi gerim gerim gerildim. IMDb'de de şöyle bir trivia buldum, kafayı yersin!
The stunt where the man crawled under the carousel was not done with trick photography. Alfred Hitchcock claimed that this was the most dangerous stunt ever performed under his direction, and would never allow it to be done again.
Yani bunu okuyunca, Hoca'ya duyduğun saygı miktarı birazcık daha artar tabi ister istemez. Bir de şu var; Biraz daha kafayı yersin!
Alfred Hitchcock wanted to end the film with Guy (Farley Granger) saying "Bruno, Bruno Anthony - a clever fellow." But the studio forced him to shoot a happy ending.
Bir de isimlere bakalım. Başrolde Farley Granger oynuyor. Tenis oyuncusu rolünde. Kitapta kendisi bir mimarmış ama Hitchcock bunu değiştirmiş. Zaten çakal herif, romanın haklarını da satın alırken kendi ismini gizlemiş; böylece fiyatın yükselmesini engellemiş. 7500 $ gibi bir rakama kandırmış yazarı. Neyse işte, bu rol için de Farley Granger'i tercih etmiş, çok da yakışmış. Fakat ondan daha dikkat çeken kötü adam rolü için, öncelikle William Holden'ı düşündüğü fakat sonradan tercihini, benim de izlemeyi çok istediğim bir diğer Alfred Hitchcock filmi olan Rope'daki Robert Walker'dan yana kullanmış ve burada da hedefi 12'den vurmuş. Yanlarında da Ruth Roman diye bir bayan oyuncu mevcut.

Fakaaat casting meselesinde en fazla dikkatimi çeken şey, enteresan derecede iyi oyunculuğu ile dikkatimi çeken, Alfred Hitchcock dede'nin genelde kendisine çalışan Alma Reville adlı senaristten kızı Patricia Hitchcock oldu. Çok fazla övgüde bulunup "aşırı hayranlığın verdiği salaklık" görüntüsü oluşturmak istemiyorum ama Hoca'nın casting konusundaki başarısı gözlerden kaçmıyor. X romanda okuduğu bir karakter için kızının cuk oturacağını düşünüp, bunu uygulamaya koymak ve bunu yaparken söz konusu kızın çok ciddi bir oyunculuk deneyimi olmaması hesaba katıldığında, üstüne de o dönemler çekilen filmlerin bu dönemlerdekilere göre çok daha zor şartlarda çekilmelerinden mütevellit çok daha değerli olmaları da eklenirse, ne demek istediğimi daha iyi anlayabilirsiniz. Kısacası adam öyle bir seçim yapmış ki izledikten sonra o role başka bir insanı yakıştırabileceğinizi sanmıyorum. Zaten daha sonrasında da çok fazla film deneyimi olmamış. Bir iki Alfred Hitchcock filminde ufak tefek rol, bir iki tane de başka film. Hepsi o kadar.

Tabi bu kadar yazı yazdıktan sonra bir de şöyle bir şey var ama tabi bu düşünceyle film izlersek de analarımız ağlar. Benden sizlere söylemesi; http://beta.eksisozluk.com/entry/18240117










20 Aralık 2012 Perşembe

ATM (2012)


Bu filme yabancı bir sineblogta rastladım. Afişinden ve tanıtımından Phone Booth ve Buried(-ki bu filmin senaristi de bu filmde olduğu gibi Chris Sparling) filmlerinde olduğu gibi dar bir kapalı alanda geçen gerilim filmi olduğunu hissettim. İzlemeye karar verdim ve izledim.

Fazla uzatmayı planlamıyorum; Film adeta sınıfta kalmış. Bu filmin bana yaradığı tek nokta şu ki birgün bir film çekmeye karar verirsem, kötü olacak dahi olsa özgün ve benim istediğim şeyleri anlatmasını sağlayacağım. Bu sadece senaryo anlamında değil, kamera kullanımı olarak da böyle olacak.

Ayrıca yapılmaması gereken bazı detaylar daha var. Mesela artık şu "Devam filmi çekme ihtimalimiz var..." tribini ve "Madem psikopat bir katilimiz olacak, bunu gizemli ve çok dikkat çekici bir aksesuarlı yapmalıyız..." düşüncesini artık aşın. Yönetmenler, size sesleniyorum. Şimd direkt David Brooks'u fırçalıyormuş gibi olmayayım. En son bu filmi izlediğim için örnekleri buradan veriyorum ama şimdi gitmişsin, film yapmışsın ve filmde katil var. Bu katile aksesuar dayıyacaksın. Hani tüm psikopat karakterlerin bir aksesuarı olur ya... Diyelim Freddy'nin çizgili kazağı ve keskin pençeleri var, diğer birçok katilin değişik maskeleri filan vard ya, buradaki katile de bir aksesuar vermeyi düşünmüşler ve bu aksesuarı da dev bir gocuk olarak seçmişler. Doğru okudunuz, resmen bir GOCUKLU PSİKOPAT ile karşı karşıyayız! :D. Bu da yetmiyormuş gibi o gocuğun benzerini birkaç farklı yerde kullanarak "HAHAHA, NASIL KANDIRDIK AMA? KATİL SANDINIZ DEĞİL Mİ?" mantığıyla bazı sahneler çekmişler.

Filmin devamıyla alakalı yaptıkları şeylere hiç değinmiyorum bile. Onlar zaten çok komikti.

Filmdeki tek artı yanın, çok zorlama finalde olduğunu söyleyebilirim. Evet, finalin kurgusundaki aşırı matematik mide bulandırıyor ama yine de mantıken bir hata barındırmaması, beklenen bir final olmasına rağmen, filmdeki nadir artı puanlardan biri olarak gözüme çarptı.

Velhasılı bu filmi izlememeniz size fazla bir şey kaybettirmez.




17 Aralık 2012 Pazartesi

The Man with the Iron Fists (2012)




Posterler enfesti. Ben de en güzel dört tanesini koymak istedim.

Kafadan belirtiyorum; KÖTÜ FİLME KÖTÜ YAZI YAZACAĞIM! :). Siz yazıyı okurken şu OST'yi dinleyin.


Quentin Tarantino sunuyor. RZA, Eli Roth ile yazmış ve tek başına yönetmiş. Yapımcılığında, müziklerde, başrolde ve filmle alakalı ne gerekiyorsa her şeyde de kendi imzası var.

Çocukluğumdan beri en fazla dinlediğim müzik grubu Wu-Tang. Dolayısıyla sıkı bir RZA'cıyım. Her şeyi ince ince işleyen bir müşkülperest olduğunu, müzik kariyerinde çok kere gözlemlemiş biriyim. Onun ve Wu-Tang Clan'in hikayesini anlatmak uzun ve teferruatlı bir iş. O kısım size kalsın. Sonuç olarak şunu söyleyeyim ki yıllardır bayıla bayıla dinlediğim Wu-Tang Clan'ın, kafasındaki adamın yapacağı filmi de yıllardır bekliyordum.  Bir de yaklaşık bir sene önce filan işin içine Quentin Tarantino'nun da gireceğini öğrenince, iyice heyecanlanmıştık. Dün izleme şansına sahip oldum.

Hemen belirtelim; film Quentin Tarantino'yu yakından tanıyanlar ve B-Film sevenlerin beğenmemesi için hiçbir sebep barındırmıyor. Yani öyle kitlelerce çok sevileceğini sanmıyorum. Aslında benim beklentim RZA'nın kendine has bir iş yapacağıydı fakat gördüm ki o da Quentin Tarantino'dan çok etkilenmiş ve hatta bayağı bayağı yapım sürecinde yardım çekmiş. Şiddet sahnelerini kullanışı ve hikayeyi oturttuğu temalar buna işaret ediyor. Ayrıca filmde kullandığı iç mekanların, özellikle han ve PEMBE GONCA adlı genelevin Kill Bill'deki Yakuzalar'ın mekanıyla renkler hariç neredeyse aynı olması ve yine tapınağa çıkılan yoldaki uzun merdivenin de yine Kill Bill'dekiyle aynı ya da çok benzer olması da söylediğimin kanıtı olabilir.

Öbür taraftan, felsefik olarak yaklaştığımız zaman da Quentin Tarantino'nun B-Film kültürüne olan yakınlığı ve konuyla alakadar yaptığı işler, yaptığı modern filmlerinde dahi yaptığı göndermeleri artık herkes biliyor. Özetle RZA sanki Quentin Tarantino'nun bir öğrencisi olmuş da Quentin Tarantino felsefesiyle hareket etmek suretiyle bu filmi bitirmiş gibi geldi bana. Bu da RZA gibi, yaptığı işin en üstünde olan bir adamın üzerine, ŞAHSİ KANAATİM, pek yakışmamış.

Filme geçelim biraz. Hikaye Çin'de "Jungle" diye bir köyde geçiyor. Aralarında acımasız savaşların geçtiği bu çetelerin hüküm sürdüğü köyden, Çin İmparatorluğu'na ait yüklü bir miktar altının geleceği duyuluyor ve bu altınları koruma ve üzerine çökmek üzere birçok kişi/grup beliriyor. Bir de "Aslanlar" tamalı çetenin başındaki Silver Lion'ın öldürdüğü Golden Lion'un intikamını almak üzere oğlu da köye geliyor ve köyün demircisi RZA'nın da istemeden de olsa kendisini işin içinde bulmasıyla olaylar karman çorman bir hal alıyor. (Hele RZA'nın Çin'e düşüş hikayesi tam bombaydı. Böyle bir saçmalık olamaz! :D. Mutlaka saça dikkat edin, HAHA! :D!)

Yani şimdi bu filmi beğenmemek benim kanıma dokunuyor açıkcası. :). Hani bu işle duygusal bir bağımız var. Filmin henüz girişinde "Ol' Dirty Bastard - Shame On a Nigga" çaldı yani. Nasıl beğenmeyelim? Sonra bu KÖTÜ(!) oyunculuk vardı. Lezizdi. Russell Crowe bile konsept gereği olarak bu kötü oyunculuğa katılmış. Enfesti. Bir de çok mu kilo almıştı be? Dev gibi gözüküyordu herif. :)). İlk gözüktüğü sahnedeki "Karın Deşen Jack" espirisi muhteşemdi. Yine RZA'nın Shaolin Tapınakları'nda geçirdiği dönemlerde ilginç ayrıntılar vardı. Ustaların ellerindeki tespih ve bazı diğer ayrıntılar İslam'ı çağrıştırdı ki RZA, her zaman müslümanlığı ile övünen bir adamdır.

Kısacası izlenmeye değer, güzel bir kötü filmdi işte. :). Ben beğenmedim. :P.

Hadi, diğer şarkı da bitmiştir çoktan. Şunu da dinleyip gidin;









Looper (2012)


What are you doing Joe? I told you run!

Bilimkurgu filmlerinden pek hoşlanmasam da ZAMANDA YOLCULUK hadisesi her zaman ilgimi çekmiştir.  Aslında imkansız gibi gözüken bu fantastik olay o kadar heyecan vericidir ki "ULAN YA BİRGÜN GERÇEK OLURSA?" sorusunu sormadan edemediğimiz için bilimkurgunun bu ayağını asla tamamiyle terk edemedim. Looper'ı da o hevesle ve son yıllardaki sinemadaki düşüş de göz önünde bulundurmak ile birlikte çok düşük bir beklentiyle izledim. Gerçi yanılttı beni. Benim düşüncem, daha çok klasik vizyon filmleri gibi gişeye koşması için tasarlanmış ve oyuncu kadrosu da olabildiğince iyi tutulmak suretiyle maksimum izlenmeyi yakalayıp, bir noktalara ulaşma hevesi taşıyan bir film beklerken kendimi birden bire yapılmış en ama en iyi bilimkurgu filmlerinden birinin içinde buldum. (Tabi bu iddialı ifadeyi, bilimkurgu sevenler belki de hoş karşılamayacaklardır. Eğer öyle bir şey varsa, paylaşırsanız seviniriz.)

Ama neden? Bunun birkaç sebebi var.

1- Senaryo:

Zamanda yolculuk yapmak" teması üzerinden yazılmış fakat iş bambaşka boyutlara taşınmış. Yani olayın asıl merkezi zamanda yolculuk yapmaktan ziyade bu yolculukların oluşturacağı sonuçlar üzerine tasarlanmış. Öyle ki zaman makinası, filmde onlarca zamanda yolculuk olayına şahit olunmasına rağmen, yanlış hatırlamıyorsam koca filmde yalnızca bir defa gösteriliyor. Sene 2044. Yani yakın gelecek. Doğaldır, uzak gelecekten çok daha ilgi çekici bir süreç. İşte bu zamanda, dünya kıyamet öncesine yaklaşmış bir halde ve kaosun hüküm sürdüğü bir noktaya ulaşmanın eşiğindeyken, çok güçlü mafya organizasyonlarınca yönetilmektedir ve bu mafya organizasyonlarının talebi doğrultusunda "Looper" adı verilen tetikçiler türemiştir. Bu "Gümüş" karşılığında işlerini icra eden kişilerin görevi, yakın gelecekteki mafyalar aracılığı ile o güne gönderilen birilerini infaz etmektir. (Neden infaz edilecek kişinin geçmişe gönderildiği filmde daha ayrıntılı bir şekilde veriliyor.) Aslında bazı kişilikler için gayet güzel(!) gözüken bu işin sonucu biraz sancılıdır. Zira emeklilik kararı alan tetikçilerin yapmaları gereken son şey; gelecekteki hallerinin infazını yapmak ve döngüyü kapatmaktır. İşte bizim Joseph Gordon-Levitt'in canlandırdığı tetikçi de bu döngüye karşı çıkan bir arkadaşının başına gelen felaketlere canlı tanık olduktan sonra kendi infazını da beceriksizlikle elinden kaçırınca olaylar gelişir.

Of.

Genelde bu blogda spoiler vermekten kaçınmam ama senaryo da yazmam. Bunu yazdım, çünkü bu yazıyı okuyan herkesin filmi izlemek istemesini sağlamaya çalışıyorum. Gerçekten muhteşem bir senaryo. Yazının girişinde belirttiğim gibi hikaye zaman yolculuğu merkezinden çıkartılıp, bu eylemin sonuçlarına odaklanmış.

2- Kurgu:

Enfesti. Canımı sıkan tek ayrıntı; Filmin ikinci yarısının başındaki aşırı duygusal travmalardı. Yani böyle muhteşem bir iş yapmış sineamacının filminde böyle nüanslara "gişe", "seyirci tarafından akılda kalmak/sevilmek" ve "genel sinema kurallarına sadık kalmak" gibi aptal sebeplerden dolayı yer veriyor olması çok acı gerçekten. Neyse işte... O bölüm harici müthiş bir kurgu mevcuttu. Hoş, geçenlerde bira arkadaşımla izlediğim Timecrimes adlı filmden, bu anlamda düşük olduğunu hissetmiş olmam çok fazla heyecanlanmamı engellemiş de olsa, bu durum kurgudaki başarıyı değiştirmedi. Yine yukarıda belirttiğim gibi sadece zaman makinasını bir defa gördüğümüz ve görüntü efektleri anlamında da sıradan bir görüntü efekt uzmanı ile çalışarak sağlanabilecek birkaç efektin dışında ekstra bir çaba gerektirmeyen sahneler ile hikaye o kadar iyi aktarılmıştı ki, yönetmen Rian Johnson'un başarısına değinmemek elde değil. Ayrıca üstteki maddede atladım, senaryo da kendisine ait.

3- Kadro:

Bu noktada, artık Rian Johson ya da her kimin parmağı varsa eli öpülür yani. Başrolde Joseph Gordon-Levitt, Bruce Willis ki birbirlerinin geçmiş ve geleceklerini oynayan bir ikili için muhteşem bir seçim olmuş, yan rollerde Emily Blunt, Jeff Daniels gibi gerçekten iyi oyuncular. Yandan Paul Dapo (Ufak bir roldü. Sanırım gelecekte çok daha fazla defa kendisini perdede izleyeceğiz. Çok yetenekli.), Piper Perabo gibi oyuncularla desteklenmiş ve leziz bir iş çıkartılmış. Zaten oyunculuk anlamında sıkıntı yaşamayacak bu kişiler, inanılmaz da bir uyum yakalamışlar. Bir de o ufak velet çok iyi oynamış. :).

Bilmiyorum sizler ne düşüneceksiniz ama ben açıkcası çok beğendim. Biraz filmin sonu kendi adıma beklenen bir şekilde bitti ama yine de o vurucu anlamı başarıyla verdiği için de pek midemi bulandırmadı açıkcası. Bir de şimdi şu ZAMANDA YOLCULUK hususunda esaslı bir araştırma yapasım geldi. İlk nerede dile getirildi? Bu konuda çalışmalar var mı, yoksa söylentiler birer hikayeden mi ibaret? Çalışmalar varsa ne durumdalar? Bir de tezler yazmak lazım. "Eğer ZAMANDA YOLCULUK sağlanırsa dünyaya etkisi ne olur? Kötüye kullanılır mı? İnsanlığa bir faydası dokunur mu? Yasalarca kontrol edilmesi gerekir mi?" sorularını yanıtlamak lazım filan. :). Şöyle Wikipedia'dan girip, gizli kaynaklardan çıkasım geldi de daha bir film izleyecek zamanı zor bulabildiğimiz için biraz zor tabi.

Neyse, iyi seyirler. Bir de Öteki Sinema'daki şu yazıyı atlamayın tabi; http://www.otekisinema.com/looper-yapim-notlari/