31 Aralık 2008 Çarşamba

Jack Vincennes, L.A. Confidential (1997)

Filmi kapatırken, bu yazıyı yazmaya niyetlenmiştim. Fakat, içimden bi' ses "Facebook sayfamı ziyaret etmemi." söylüyordu. Kulak verdim. Facebook'u açtım, bi' de sağ tarafta ne göreyim. Hoş bi' enstantaneydi. Komikti de...
Az önce L.A. Confidential'ı izledim. James Ellroy adlı yazarın kitabından esinlenilmiş. Russell Crowe ve Guy Pearce'nin başrolü paylaştığı film. Yanlarına da Kim Bassinger ve Kevin Spacey'i almışlar. Süper Olmuş. Yönetmen Curtis Hanson. Eminem'in filmi 8 Miles'ı çeken adam. Zaten bi' tek oradan biliyorum. Aslında bu yazının amacı, filmden ziyade, başlıktan da anlaşılacağı üzere Kevin Spacey'in oynadığı süpersonik karaktere (Det. Jack Vincennes, nam-ı diğer; Big V.) değinmek. Film çok iyi yönetmenlik aktivitesi altında, bi' romandan alınarak yapılmış. Dedektif filmi işte, senaryosu dışında çok da bi' numarası yok.

Fakat ben dediğin gibi, Kevin Spacey'in oynadığı karaktere bittim. Adam zaten süper oyuncu, ona bi' söz yok. Lakin, böyle bi' karakter kendisine ciddi renk katmış. Arkadaşları tarafından sevilen, sahtekar bi' polis. Aslında rüşvet toplamak ve haberciler ile birlikte ufak operasyonlar düzenleyerek gazetelere çıkmaktan başka bi' işi olmayan bu adam uzun bi' süre sonra, sırfkendisini borçlu hissettiği başka bi' adam için bi' işe karışmaya karar veriyor. Tam da "Aha, Kevin hepsinin anasını ağlatacak şimdi!" dedirttiği an, öldürülüyor. Ani bi' ölüm, tam da filmin kırılma noktasında. Enteresan harbiden. Farklı. Giyim tarzından hareketlerinne, konuşmasından vurdumduymazlığına kadar, her yanı farklı. Kendisini biraz daha çözmeniz için, filmden arakladığım bi' ekran görüntüsünü paylaşmak istiyorum. Sonra da etiketleri yazıp, "KAYDI YAYINLA" butonuna basacağım zaten, :).


Son anda aklıma geldi, filmi izlerken karalemiştim. Bugünün anlam ve önemini içeren bi' fotoğraf daha yayınlayacağım. Enteresan bi' kare bence...

9 (2009)

Yapımclığını Tim Burton üstlenmiş. Yönetmenlik ve/veya senaristliğinde adı geçmese de, bu filmde parmağı olduğu anlamına gelmiyor. Fragmanını izleyince siz de fark edeceksiniz, sanki gerçek ile yapamadığını animasyon ile yapmış. Bu tip, fantastik bi' demet ile dışavurum gerçekleştirmiş. Tamamlanmasına daha var, yine bekleme süreci. Neyse, bari fragmanı izleyin de sonra beraber bekleyelim.

30 Aralık 2008 Salı

The Wrestler (2008) #2

Ayıptır söylemesi; The Wrestler filminin The Curious Case of Benjamin Button filminden aşağı kalır bi' yanı yok. Arkadan da o geliyor. Çok bereketli bi' hafta oldu, çok!!!

The Curious Case of Benjamin Button (2008) #4

Tamam tamam, bi' ekran görüntüsü daha yok. Tabi ilk 10'a girmediği müddetce... Dün baktığımda 100. sıradaydı. Bugün 74'e yükselmiş. Acaba yarın öbürsü gün ne olur? Bi' de nete düşmedi henüz, bi' önceki yazımda da dediğim gibi. Bi' de nete düşsün, o zaman ne olur?

Untitled 300 Sequel (2010)

Frank Miller'ın Sin City 2 ve Sin City 3 arasında vereceği molası. Projeye senarist olarak katılacak. Henüz tam olarak kesinleşmemiş olmasına rağmen, olursa yönetmeni olacağı konuşulan ve 300 filminden de tanıdığımız Zack Snyder'ın, filmle aynı adı taşıyan çizgi-romanın film haklarını satın aldığı söylentiler arasında.

One Flew Over the Cuckoo's Nest (1975)

Şahsi görüşüm, bugüne kadar çekilmiş en iyi 5 filmden 1'i olduğu doğrultusunda. Benden bu tip bi' övgüyü kolay kolay duyamazsınız. Bi' tımarhanenin gidiş hattını değiştiren, akıllı-deli bi' adamın dramatik öyküsü. Ken Kesey adlı bi' yazarın romanından uyarlanmış. Milos Forman yönetmiş. Şimdi bu filmi izlerken, yapmanız gereken iki şey var. 1.'si; Ken Kesey Ağabey için "Bu adam nasıl bi' kafa yaşıyor? Ne içtiyse ben de istiyorum..." ve "O-ha!" gibisinden yorumlarda bulunmamak. 2.'si ise, Jack Nicholson'un canlandırdığı karakter R.P. McMurphy adlı adamın tımarhaneden kaçarken, tırmanıp üzerinden atladığı tel örgü sahnesinin gerçekciliği. Dublörsüzlüğü... "İzlemelisiniz." değil de, "İzlemek zorundasınız, yoksa siz kaybedersiniz." desem daha iyi, daha tutarlı galiba.

Not: Hayır, beklentilerinizi yükseltmekten korkmuyorum. İstediği kadar yükselsin...

Milos Forman

Hayatımın filmi, 5 Oskar ödüllü One Flew Over the Cuckoo's Nest'i çeken adam. Ayrıca şu dünya üzerinde en büyük haksızlığı kendisine yaptığım adam. Bu kadar müthiş bi' şaheser ile tanışmama vesile olmasına rağmen, bugüne değin OFOCN'den başka hiçbir çalışmasına göz atmışlığım yok. Evet, "Ayıp" biliyorum. En kısa zamanda telafi de etmek istiyorum. Misal, 2009'da vizyona girecek olan The Ghost of Munich filmini vesile ederek, bi' barış sürecine girebiliriz. Ne bileyim ya işte, bekliyorum.

Stanley Kubrick

26 Temmuz 1928 - 7 Mart 1999

Hakkında kitap yazılabilir. Fakat ben girmeyeceğim. Bu yazının amacı, böyle bi' blog sayfası sahibiysem; O'nu da anmam gerektiğini hissetmem ve bi' kaç filmini tavsiye etmek. Huzur içinde yatsın. Bize Eyes Wide Shut filmini hediye etti ve gözlerini yumdu. Yani bi' Nicole Kidman'a, bi' Tom Cruise'a yetişti ya, helal olsun. Şimdi bakınız; Eyes Wide Shut (1999), The Shining (1980), A Clockwork Orange (1971), Lolita (1962)... Ha, diğer filmleri kötü mü? Hayır, her biri birer başyapıt. Fakat ben, kendi favorilerimi yazdım. İzlemeden etmeyin.

Ethan Coen & Joel Coen

Müthiş bi' ekip. Kardeşler; yazıyor ve yönetiyorlar. Normalde bi' postta, iki ayrı adama fazla yer vermem fakat bunlar, tam anlamıyla, bi' ayrılmaz ikililer. Diğer bi' deyiş ile; "Coen Brothers". Ta' 1984'de başlamışlar yazmaya ve yönetmeye. Son bi' kaç yıldır, Paris, je t'aime (2006), No Country for Old Man (2007) ve son olarak da, tazelerden Burn After Reading (2008) filmleriyle tavan yaptılar. Takip edilmesi gereken bi' ikili, tabi başkalık seviyorsanız...

29 Aralık 2008 Pazartesi

The Curious Case of Benjamin Button (2008) #3


Henüz, sadece 5810 oy ve 100. sıra. Enfes bi' şey... Bakalım devamı nasıl olacak? Misal, film internete düşecek ve gerçek sinema izleyicisiyle buluşacak. Gerçek kitleyle... Bakalım bu oylamaya nasıl yön verecek... aXXo, çok bekletme olur mu?..

Dog Day Afternoon (1975)

Oskarlı Al Pacino klasiklerinden. Seyretmemek büyük kayıp. Homoseksüel ilişki içerisinde olduğu sevgilisi için banka soyan beceriksiz bi' adamın hikayesi. Gerçek bi' olaydan alıntı. Yönetmeni Sidney Lumet. Çok önceleri izlemiştim, şimdi IMDB'de dolaşırken nasıl olduysa sayfasına girmişim. Aklıma geldi, sizi de uyandırayım istedim. İzlemeden etmeyin..

28 Aralık 2008 Pazar

The Wrestler (2008)

Altın Küreye 3 dalda aday gösterilen film, sinema sever arkadaşlar tarafından da tutulmuş olacak ki, IMDB ağabey'imin Top 250 listesine de tıpkı, The Curious Case of Benjamin Button filmi gibi, hızlı bi' giriş yaparak bi' anda 141. sıraya çıktı. Başrolü, yani dövüşcü rolünü, Mickey Rourke adında bi' ağabey oynuyor. Muhtemelen hakikatten de dövüşcüdür. Araştırmak lazım. Fragmanından da anlaşılıyor, belli ki duygusal bi' film. Ben bu "Kaba dövüşcünün duygusal yanı" hikayesini Rock serisinden hatırlıyorum ama "hayırlısı" diyelim. Düşmesini bekliyorum. Fragman;

Matt Groening

15 Şubat 1954 Portlant, A.B.D.

Geçimini The Simpson ailesinden sağlayan adam. Hem de 1989'dan beri... Bi' çizgifilm, sürekli kendini yenileyerek, ayıptır söylemesi, 20 sezon boyunca dimdik ayakta ve kafaya oynayabilir mi? Demek ki isteyince oluyormuş. Ben anlamadım arkadaş, bu ne güzel bi' adamdır. Bu ne üretici bi' kafadır...

The Simpsons: Movie (2007)

Yok böyle bi' şey. Bildiğimiz Simpson Ailesi işte. Hep garip, hep eğlenceli, hep muzur, hep nazır... Dünya üzerinde var oldukları varsayılan bilimum sistemle, bu kadar mı ustaca dalga geçilir. Sadece çizgifilm sevenlerin değil, görsellik ile az-biraz ilişiği olan herkesin izlemesi gereken muazzam bi' film, en azından bence öyle. Bi' kaç kare yakaladım, paylaşmak isterim;






Bu da, biraz geç kaldım ama, fragmanı;

Goran Dukic

Belki çok saçma gelecek ama kendisiyle ilgili sadece iki şey biliyorum. Biri önemli, diğeri önemsiz. Önemsiz olanı, kendisi Zagrep, Hırvatistan doğumlu bi' sinema adamı. Önemli olanı ise; Kendisinin Wristcutters: A Love Story adlı filmin babası olduğudur. Bu bile, kendisini burada saygı ile anmak için yeterli benim için. Kısacık bi' yazı ile bile olsa... Gönlüm ister ki; O daha fazla projelere imza atsın, biz de görelim. Tetiklenelim, biz de yazalım.

Wristcutters: A Love Story (2006)

Hani bazı filmler olur ya, "Ulan adam belli ki imkansızlıklar dahilinde çekmiş bu filmi. Belli ki kısıtlı bi' bütçenin ürünü, helal olsun!" dedirtirler. Onlardan biriydi benim için. Enteresan bi' aşk hikayesi. Müthiş bi' hayalgücünün eseri olan, Etgar Keret isimli bi' adamın "Kneller's Happy Campers" adlı kısa hikayesinden esinlenerek oluşturulmuş süper bi' senaryo, harika bi' kurgu. İzlemek lazım; Zira Kara-Mizah kavramını damarlarınızda gezen kanlarda bile hissettirebilir. Goran Dukic yazıp, yönetmiş. Oyunculuk ise iyi olmasa dahi idare ediyor. Başrolde Patrick Fugit, O'na yardımcı kadın rolünde ise Shannyn Sossamon var. Tanrı ve din kavramıyla ilgili ilginç benzetmeler, bi' takım felsefik fikirler... Kaçırmamak lazım, enfes...

Burn After Reading (2008)


Kalite akıyor. Oyuncu kadrosu muazzam. George Clooney, Brad Pitt, John Malkovic, Frances McDormand gibi usta oyuncular bi' film için gerçekten yeterli, hatta fazla bile. Fakat gel gelelim filmin olayına; IMDB "Cinayet" ve "Komedi" kelimeleriyle etiklemiş. Gerçek hayattan birer sıkı dost oldukları bilinen Clooney ve Pitt ikilisinin performansları harika. Gerçekten güldürücüler. John Malkovic'in ismi, tipi hatta ingilizcesi bile komik.

Coen Brothers yapımı. Senaryo ve yönetmenlik halleri fena değil. Özellikle senaryo, Coen Brothers kokuyor ki garipliklerden vazgeçmemişler. George Clooney'in canlandırdığı karakter Harry Pfarrer'in evinin bodrumunda uğraştığı bi' hobisi imal ettiği bi' makina var ki; Çok güleceksiniz.

Ne kadara bitti, bilmiyorum ama çok büyük bütçeye de gereksinim duymamış oldukları gözlemlenebiliyor. Sıradan cam kırıkları, arabaları birbirlerine vurdurtmalar falan, hep ufak sponsorlar ile çözülebilecek şeyler.

Filmin en pis yanı, Brad Pitt'in canlandırdığı karakter Chad Feldheimer vurulduktan sonra temposunun gözle görülür bi' şekilde düşmesi. Bu da bana "Demek Pitt olmasa, hiç çekilmez bi' film olacaktı." dedirtti. Eklemek istedim.

Son olarak da bi' filmden, beni en çok güldüren(kahkahalattı!) kareyi ekleyip, yazımı bitireyim; daha bi' sürü işim gücüm var...

"Who do you work for, who are you?" - Harry Pfarrer

The Curious Case of Benjamin Button (2008) #2

29 Aralık 2008, Saat 12:30 itibariyle fotoğraflanmıştır

Az önce IMDB'de takılıyorum. Bi' baktım, Top 250'de bi' yenilik. Eric Roth'un ve David Fincher'in The Curious Case of Benjamin Button filmi 129. sırada. Torrent teknolojisinin yetersiz kaldığı anlardayız, kelimeleriz kifayetsiz kaldığı anlardayız şu an. :). aXXo'cuğum, hadi be oğlum! Merak içinde kaldık, bekliyoruz.

Yellow Bastard, Sin City (2005)

Aslında söz konusu filmin bütün karakterlerine ayrı ayrı yer vermek lazım. Zaman lazım tabi. Belki de yavaş yavaş yazarım, canım istedikce. Arada sırada işte... Neyse, konumuz Yellow Bastard. Belediye Reisinin oğlu Roark Jr.'ın bi' kaç ehemmiyet taşıyan organı imha edildikten sonraki büründüğü hali. Nick Stahl gibi eli yüzü düzgün, güleryüzlü bi' adamın canlandırabileceği en son karakter bu olsa gerek. Sapık, Ruh ve akıl hastası... Narsist, Mazoşist... Fakat Nick Stahl, kim ne derse desin, bu karakterin altından başarıyla kalkmış. Hakkından gelmiş yani. Misal ben filmi izlerken bu karakterin bi' insan tarafından canlandırıldığından ziyade, bilgisayar efektleriyle falan yapıldığını düşündüm. O kadar iyi yani. Böyle olağandışı bi' karakter, ancak bu kadar iyi canlandırılabilirdi.

27 Aralık 2008 Cumartesi

Miho, Sin City (2005)

Filmin gözleriyle konuşan ve tek söz etmeyen tek karakteri. Devon Aoki canlandırmış. Kendisinin uygar dünyada yaşayan ve Hollywood'da hatrı sayılır bi' oyuncu olduğunu bilmesem; "Aha, harbiden bi' katil bulup oynatmışlar." derdim. Bi' çift göz bu kadar çok şeyi nasıl anlatır? Bi' çizgi-roman karakteri, izleyiciyi kendisine bu kadar mı hayran bıraktırır? Çekik gözler, uhmps... Bu karakter Sin City II'de de boy gösterecekmiş. Umarım III.'de de olur, yetkililere duyrulur. We wanna see her in Sin City 3's casting, Thanks A Lot!..

Sin City (2005)

Şu sıralar(muhtemelen yarın) vizyona girmek üzere olan The Spirit (2008) filmiyle ilgili yazdığım yazıdan sonra bu filmi bi' kere daha izledim.

Sin City, adı üzerinde Günah Şehri. Frank Miller'in başından sonuna kadar günah dolu olan bu çizgi romanını Quentin Tarantino (Konuk yönetmen olarak.) ve Robert Rodriguez ile ortak bi' şekilde filme dökmeleriyle ortaya çıkan, müthiş bi' başyapıt. Zaten, internet aracılığıyla yapacağınız ufacık bi' araştırma sonucu, seyircinin filme olan bakış açısıyla ne kadar sevildiğini anlamanız hiç de zor değil. Filmin kadrosuna baktığınızda herhangi bir oyuncu için "Haaa, başrolü buna vermişler." demek imkansız fakat senaryo itibariyle başrolde Jessica Alba var, ki O da filmdeki en kötü performansı sergilemiş olan oyuncu(demeye dilim varmıyor.). Daha iyisini bulabilirlerdi. Umarım kendini biraz daha geliştirir de; Sin City II'de(Oynayacağı açıklandı ve kesinleşti gibi...) küçük sinek tadında mide bulandırmaz. III. filmde zaten yok. Fazla da kurcalamamak lazım aslında. Zira çoğu filmin bu tip minik kötü yanlarına rastlamanın da mümkün olduğu yadsınamaz bi' gerçek. Bruce Willis'in performansı harika. Günah dolu bi' aşkın yaşlı adamını oynamanın kolay olmadığını anlamak için Alfred Hitchcock olmak gerekmez. Michael Madsen'ın bile ufak da olsa bi' rol almış olması güzel. Kısacası; Frank Miller'in yönetmenliğini bilmem ama bi' senarist olarak büyük bi' adam. Umarım The Spirit ve ardından gelecek Sin City II ve Sin City III filmlerinden sonra da bu tip projeler ile karşımıza çıkmayı ihmal etmez. Nihayetinde bu tip çalışmaları herkes yap(a)mıyor.

Bi' filmde Devon Aoki'nin oynadığı "Miho" diye bi' karakter var ki; O'nun burada bi' paragraf açmak istedim. Birazdan ayrı bi' post yazacağım.

Bu filmden, ne tek bi' kare koyacağım ne de tek bi' diyalog yazmayacağım. Zira her biri ayrı bi' güzel. Zaten biraz da merak edin, çizgi-roman atmosferini, aniden ve tekrardan yaşayın.

2008 Yılı, En Çok Gişe Hasılatı Yapan 20 Film

Ya şimdi şöyle güzelim; "Gişe filmi ile iyi film aynı şey değildir." geyiği hakikatten sonuna kadar doğru. Misal, bakıyorum şu an listeye. Bu 20 filmin arasında izlediklerim; The Dark Knight ile Wanted. Şahsi görüşümde, The Dark Knight çok iyi, Wanted ise eh. "Peki aralarında izlemek istediğin var mı?" diye sorsanız, "Arşivimdeki, sırada bekleyen 20 filmi izledikten sonra eğer ki gülesim gelirse, Step Brother olabilir..." diye kaçamak bi' cevap veririm.

1) The Dark Knight: 997 milyon dolar
2) Indiana Jones and the Kingdom of the Crystal Skull: 786 milyon dolar
3) Kung Fu Panda: 631 milyon dolar
4) Hancock: 624 milyon dolar
5) Iron Man: 581 milyon dolar
6) Mamma Mia: 569 milyon dolar
7) Quantum of Solace: 513 milyon dolar
8) Wall-E: 495 milyon dolar
9) Chronicles Of Narnia 2: Prince Caspian: 420 milyon dolar
10) Sex and the City: 415 milyon dolar
11) The Mummy: Tomb of the Dragon Emperor: 392 milyon dolar
12) Wanted: 342 milyon dolar
13) Horton: Dr. Seuss' Horton Hears a Who: 297 milyon dolar
14) Madagascar: Escape 2 Africa: 294 milyon dolar
15) The Incredible Hulk: 262 milyon dolar
16) Get Smart: 230 milyon dolar
17) Journey To The Center Of The Earth: 218 milyon dolar
18) Tropic Thunder: 187 milyon dolar
19) Twilight: 179 milyon dolar
20) Step Brothers: 128 milyon dolar.

26 Aralık 2008 Cuma

Vals Im Bashir (2008)

İsrail doğumlu, Ari Folman adlı bi' yönetmenin animasyon filmi. 1982'deki Lübnan Savaşından bi' kesiti anlatıyormuş. Bi' İsraillinin, bu tip bi' animasyon filmini yorumlaması -en azından- benim için ciddi merak konusu. İlk fırsatta izleyeceğim.

25 Aralık 2008 Perşembe

Santino 'Sonny' Corleone, The Godfather (1972, 1974)

"Hey, listen, I want somebody good - and I mean very good - to plant that gun. I don't want my brother coming out of that toilet with just his dick in his hands, alright?" - Santino 'Sonny' Corleone.

***
Don Vito Corleone'nin büyük oğlu, sinir küpü. Kadınlara olan düşkünlüğü ve kendini kontrol edemeyişi babasının pek hoşuna gitmese de, ilk çocuktu. Babası dahil, ailedeki herkes O'nu severdi. Hırslı, inatçı, sinirli ve tezcanlı bi' adamdı Sonny. Belki de o kalleş pusuya kurban giderken ailesinin sonunun geldiğini düşünüyordu. Kardeşi işe yaramazdı, O'na güven olmazdı. Sonuçta, Corleone Ailesinin başına geçebilecek kadar yaşayamadı. Belki insani özelliklerini kontrol edememesi, O'nun sonunun kötü olmasına sebep oldu. Belki de O'nu önleyen Michael Corleone'nin kaderiydi. Her ne olursa olsun, Sonny başkaydı, kendiydi.


IMDB alt tabanlı biyografisi için tıklayınız.

Hannibal (2001)

Garip bi' aşk hikayesi.

İlk film ile başlayan Hannibal Lecter - Clarice Starling aşkına, Ridley Scott'un karışması ve olayı birazcık daha farklı bi' boyuta taşımasıyla oluşan güzel bi' film.

Ridley Scott işte, doğal. Bi' yönetmenlik harikası daha. The Silence of lambs filminin devamı olarak çekilmiş. Mesela bana şu an "Hangisi daha iyi?" diye bi' soru yöneltilse cevabım "Aslında ikinci film daha iyi fakat Jodie Foster'ın yerine Julianne Moore olmamış..." diye yanıtlardım. Tamam, Julianne Moore iyi bi' seçim olmuş. Hatta belki de Jodie Foster'dan sonra olabilecek en iyisi... Ancak gelin görün ki, fiziksel olarak, bi' nebze de olsa, uyum gösteren bu değişim oyunculuk olarak berbat duruyor.

Şimdi bi' kez daha düşündüm de; Bence dünyanın en garip aşk hikayesi bu;





***
Paul Krendler: Who's agent Starling?
H
annibal Lecter: Paul, I told you, if you're going to be rude to our guests you'll have to sit at the kiddie table.

24 Aralık 2008 Çarşamba

The Silence of the Lambs (1991)


Dünyanın gelmiş geçmiş en iyi filmleri arasında kabul edilen, Jodie Foster'ın taa 1991 senelerinde tavan yapmasını sağlamış bi' yönetmenlik(Jonathan Demme) harikası. Tabi Anthony Hopkins'in hayvansal performansını da es geçmemek lazım. Senaryosu Thomas Harris'in romanına dayanıyor. Üzerine de bu kadar başarılı bi' yönetmen çalışması, müthiş kostümler ve süper oyunculuk eklenince sen gel de izleme. Harbi bi' sinema filmi yani, öyle böyle değil...

Şimdi önce filmden bi' diyalog aktaracağım, ardından da yine filmden yakaladığım bi' kaç kareyi siz güzel insanlar ile paylaşmak istiyorum.

Murray: Is it true what they're sayin', he's some kinda vampire?
Clarice Starling: They don't have a name for what he is.






Rear Window (1954)

Alfred Hitchcock'un klasik buji anahtarının 1 ucu. James Stewart'ın muhteşem oyunculuğunun yanına serpiştirilmiş Grace Kelly endamı ile "izleme de arşivinde tut!" fikrini akıllara getiriyor. Film tek bacağı kırılmış olduğu için 7 hafta boyunca evden çıkamayan bi' fotoğrafcının penceresinden diğer komşu pencereleri gözlemlemesi ve bu gözlemler sırasında farkına vardığı yasadışı bi' eylemi paranoyakca yorumlama sürecini konu edinmiş. Enfes bi' senaryo, muazzam bi' son. Bi' de o leziz diyaloglara değinmezsek, haksızlık etmiş oluruz. Hemen bi' tanesini sunayım;

Lisa: I wish I were creative.
Jeff: You are. You're great at creating difficult situations.

Fakat şu an size bi' tavsiyem olacak; Bence bu filmi izlemeden önce uzun bi' süre bekleyin. Filmi bi' şekilde edinin, fakat hemen izlemeyin. Bi' süre DVD kapağını ya da afişini felan inceleyin. Zaman geçirin, sonra izleyin. Tavsiye bu... Haydi kolay gelsin.

22 Aralık 2008 Pazartesi

Alfred Hitchcock

13 Ağustos 1899 - 29 Nisan 1980

Çok afedersiniz 65 tane filme yönetmenlik yapmış bi' insan. Yapımcılık ve oyunculuk yaptığı filmlerin sayılarıyla birleştirme gereği duymuyorum. 65 film yönetmek, dile kolay. Bırakın teker teker izlemeyi, teker teker yazmayı düşündüm; ağır geldi. Zor olur yani, olmaz değil. Ki gelin görün ki her yaptığı film ayrı bi' olay. Her yaptığı film ayrı bi' fenomen. Neden olduğunu bilmiyorum fakat kendisinin bi' de "SIR" ünvanı bulunuyor. Acaba yaptığı filmlere nazaran mı taktılar bu ünvanı? Merak konusu...

Çoğu filmi siyah-beyaz. Fakat siz bakmayın, izleyin. Asla zaman kaybı değil. Asla "Bu bana hitap etmez ki aga, ep-eski bi' film bu!" değil. İzleyin, çekinmeden...

Psycho (1960)

Robert Bloch'un romanından uyarlanmış, Alfred Hitchcock filmi.

Sonradan çekilmiş kopya ve benzerlerini üst üste koyduğumuz vakit, diz boyunu aşıyor. IMDB kullanıcılarına göre dünyanın gelmiş geçmiş en iyi 23'üncü filmi konumunda. Gereksiz tek bir diyalog barındırmayan, görüntü yönetmenliğini yayımlandığı dönem ile ilişkilendirdiğiniz vakit, gerçek bi' başyapıt. Belki de Alfred Hitchcook hocanın en iyi filmi. Yavaş ve ağır bi' film. Oyunculuk harika. Başrolden konuşmak gerekirse, filmi ikiye bölmemiz ve başrolü filmin ilk saatinde Janet Leigh'e, onun ardından sonuna kadar da Anthony Perkins'e yormamız gerekir. İzleyin işte, enfes bi' film. Enfes bi' sonu var, enfes bitiyor. Enfes...

Şeklimizi de yapmadan edemeyiz ya;