31 Mart 2010 Çarşamba

Equilibrium (2002)

Law Abiding Citizen filminin senaristi Kurt Wimmer'in hem yazmış, hem yönetmiş. Bununla beraber, şahsi kanım, gelmiş geçmiş en başarılı filmlerden birisi. Yönetmenin başarısı, farklılığı yakalarken bu farklılığı olabildiğince hızlı ve olması gerektiği kadar net sunabilmesinde. Müzikler de çok iyi olunca, ortaya kaçınılmaz bir lezzet çıkıvermiş.

Şimdi düşleyin biraz;

21. yüzyılın başları, 3. dünya savaşı henüz bitmiş ve insanlık, birilerince, 4. dünya savaşını kaldıramayacak durumda olarak görülüyor. Bu sebeple, yine o birilerince tarafından geliştirilmiş eziyet dolu bir sistemle, korunuyor. Birilerince, dünyadaki tüm sorunların sebebinin insanlara ait her türlü hislerden doğduğu düşünülüyor -ki bu bence de doğru bir tespit olmuş- ve buna müdaheleyi biraz sert yapıyorlar. İnsanların hissetmemesi için geliştirilmiş bir ilaç ve insanlara hissettirebilecek her türlü materyali dev operasyonlarla imha etmek. Devasa ve sakin bir kaos ortamı. Tüm bunların ortasında kalmış bir adam.

Hele film sonunda izleyebileceğiniz ve benim bugüne kadar izlediğim en mükemmel silahlı çatışma sahnesinden sonra, hazzınıza haz katacaksınız, emin olun.

Başrolde Christian Bale var. Bunu da bilmenizde fayda var.






29 Mart 2010 Pazartesi

Everybody's Fine (2009)

İlk olarak, bu filmin adını ve oyuncu kadrosunu duyar duymaz birkaç şey karalamıştım. Onlar burada...

"Yine yaktın bizi be üstad... Ciğerimizi yaktın..."

Robert De Niro'yu özlemiştim fakat böyle olsun istemezdim. Koskoca Robert De Niro'nun bu hallere düşmesi, bizleri ta derinlerden yaraladı. Sakın yanlış anlamayın; Bu cümleleri kurmamın sebebi Robert De Niro'nun çok yaşlanması veya eskisi kadar iyi rol kesememesiyle ilgili değil. Tam tersine, yine efsanevi bir performansla, bana insan olduğumu ve insanların sahip olduğu duygulara benim de sahip olduğumu hatırlatmak için, bilindik CIA/FBI ajanı ya da mayfa babası karakterlerinden, hiç olmadı bir komedi oyuncusundan farklı bir karaktere bürünmesiydi. Evet belki Stanno tutti bene filminden esinlenilerek yapıldı, kabul edebilirim fakat şu adamın çıkardığı işlere kayıtsız kalabilmek de benim açımdan mümkün değil.

Yönetmeni de çok başarılı buldum. Açıkcası bugüne kadar öyle ahım-şahım bir işine rastlamadığım ve IMDb'den gördüğüm kadarıyla iki tanecik film yapmış olan bu kişinin, koskoca bir hikayeyi telefon tellerinin dışlarına yapılan PVC kaplama üzerinden anlatabilme bakış açısı gerçekten önemli.

En sonunda aileyi toplayabilmesi. Bir kişi eksik de olsa...

Kirk Jones yazmış ve yönetmiş. Robert De Niro'nun yanında da Kate Beckinsale, Drew Barrymore ve Sam Rockwell gibi isimler oynamışlar işte. Fazla da uzatmaya gerek yok sanırım. :).

Bir de Robert De Niro'nun artık hayallerini kurduğumuz kadınların babası olabilecek yaşa gelmiş olması da ayrı bir şey tabi...








28 Mart 2010 Pazar

Blood and Bone (2009)

Bu filmi izledikten sonra anladığım tek şey "Bu tip filmlerin asla ama asla bitmeyeceği..." oldu. Gerçekten de öyle. Üzerlerinde yapılan birkaç değişiklik, farklı kamera açıları, bir-iki enteresanlık ve daha önce konulmamış bir isim-ki bu en kolayı- yeni bir aksiyon filmi için yeterli oluyor sanırım. Bu da öyleydi.

***Michael Andrews yazmış, Ben Ramsey yönetmiş. Artık Onlar kimse, :).

Başroldeki Michael Jai White adlı siyah adamın dövüş becerileri hoşuma gitti, gitmedi değil. Bir insana dövüşmek yakışır mı? Bu adama yakışmış. Fakat yazının başında da söylediğim gibi, bu kadar zavallı bir filmde oynamak, zaten hiçbir şekilde oyuncu olmadığı belli olan kendisini tamamen bitirmiş.

Hele o son sahnedeki kesilen bilek yok mu?

Hayır, film için "Komikti..." desen, aklıma gelen en büyük komiklik şuydu;
-I wanna fight to Hammerman.
+Yea and I wanna fuck Beyonce!
Gerçekten komik bir filmdi... İllegal dövüşler, felan...







Any Given Sunday (1999)

En başta belirteyim, sanıyorum ki, dünyanın gelmiş geçmiş en etkili topluluğa hitap edebilen adam canlandırmasını yapan Al Pacino'nun filmi. Şöyle bir olayı var ki, inanılmaz gerçekten;
Tony D'Amato: I don’t know what to say, really. Three minutes to the biggest battle of our professional lives. All comes down to today, and either, we heal as a team, or we're gonna crumble. Inch by inch, play by play. Until we're finished. We're in hell right now, gentlemen. Believe me. And, we can stay here, get the shit kicked out of us, or we can fight our way back into the light. We can climb outta hell... one inch at a time. Now I can't do it for ya, I'm too old. I look around, I see these young faces and I think, I mean, I've made every wrong choice a middle-aged man can make. I, uh, I've pissed away all my money, believe it or not. I chased off anyone who's ever loved me. And lately, I can't even stand the face I see in the mirror. You know, when you get old, in life, things get taken from you. I mean, that's... that's... that's a part of life. But, you only learn that when you start losin' stuff. You find out life's this game of inches, so is football. Because in either game - life or football - the margin for error is so small. I mean, one half a step too late or too early and you don't quite make it. One half second too slow, too fast and you don't quite catch it. The inches we need are everywhere around us. They're in every break of the game, every minute, every second. On this team we fight for that inch. On this team we tear ourselves and everyone else around us to pieces for that inch. We claw with our fingernails for that inch. Because we know when add up all those inches, that's gonna make the fucking difference between winning and losing! Between living and dying! I'll tell you this, in any fight it's the guy whose willing to die whose gonna win that inch. And I know, if I'm gonna have any life anymore it's because I'm still willing to fight and die for that inch, because that's what living is, the six inches in front of your face. Now I can't make you do it. You've got to look at the guy next to you, look into his eyes. Now I think ya going to see a guy who will go that inch with you. Your gonna see a guy who will sacrifice himself for this team, because he knows when it comes down to it your gonna do the same for him. That's a team, gentlemen, and either, we heal, now, as a team, or we will die as individuals. That's football guys, that's all it is. Now, what are you gonna do?
Aslında Al Pacino sevgimden dolayı, bu filmi uzun zamandır izlemedim çünkü dışarıdan baktığımda, ciklet film gibi görünüyordu. Al Pacino'yu bu tarz bir filmde görmek, gözümdeki üstad imajını zedeleyeceğini ve bunun da benim keyfimi kaçıracağını düşünüyordum. Bundan dolayı da bu filmi izlemem, epey gecikti. Sonuçta bir Oliver Stone filmiydi ki Oliver Stone denilen adamın da öyle ahım şahım bir iş yaptığına şahit olmadım hiç. Öte yandan da içten içe de "Üstad sıradan bir filmde oynamış olamaz. Hem de 1999 yılında... O kadar başyapıtın arkasından, The Devil's Advocate ve The Insider filmlerinden sonra kötü bir film olamazdı. Olmamış da zaten.

Evet, belki muhteşem bir film değil. Bunu kabul edebilirim. Zaten Al Pacino'suz da çekilmezdi heralde. Cameron Diaz'ı da bu Romantik-Komedi olayının dışında izlemek de güzel oldu. Jamie Foxx'u zaten her zaman severek izledim. Bu da başka bir ayrıntı.

Çok fazla irdelenecek bir film değil yani. İşte Amerikan Futbol'u, bir takım, bir koç, bir takım sahibi... Bu tarz, sportif temalı bir film. Kazanma hırsı, oyuncuların birbirleriyle ve koçlarıyla arasındaki ilişkileri. İzlenebilecek bir filmdi ya, aksini söyleyemiyorum.





26 Mart 2010 Cuma

Gridlock'd (1997)

Life is a traffic jam...
Bir Vondie Curtis-Hall filmi. Hoş, adam akıllı başka bir filmi de yok ya, neyse... Aslında bu filmi yıllar önce izlemiştim. Bugün de kafamı dağıtmam gerekliliğim ve elimdeki film kıtlığından dolayı yine yöneldim. İyi de yaptım.

Başrollerini Tupac Shakur ve Tim Roth paylaşıyorlar ve performansları da çok ama çok üstlerde. Belki de kariyerlerinin altın vuruşunu bu filmde yapmışlar. Yardımcı bayan olarak da Thandie Newton var ki O'ndan hoşlanmamak elde değil. O da müthiş bir oyuncu. Kendisini The Pursuit of Happyness ya da RocknRolla filmlerinden hatırlayabilirsiniz.

Uyuşturucu temalı, uyuşturucuyu yeren bir film ve sağda solda okuduklarıma göre, sırf bu yönüyle değerlendirilip, beğeniliyor. İşte "Amerikan Sağlık Sistemini eleştiriyor." felan gibi cümlelere rastlıyorsunuz felan.

Ancak benim bu filmi sevme sebeplerim başka. Örneğin üç kafadarın yaptıkları transeksüel lezbiyen muhabbeti için sevdim. Tim Roth'un canlandırdığı karakterin kendisini zenci sanmasına ve bu bağlamda girdiği triplere güldüğüm için sevdim. O efsanevi bıçaklama sahnesi için sevdim. Müthiş diyalogları sevdim. Bürokrasi konusunda becerikleşenlerin, sadece bizler olmadığını gördüğüm için sevdim. 2Pac'ı gitar çalarken, Tim Roth'u klavye çalarken gördüm. Thandie Newton'u en şuh haliyle, solistlik yaparken gördüm. İşte hep bu yanlarını sevdim bu filmin. Mesaj kaygısı taşımamasını sevdim mesela.

Daha da nicesi.





24 Mart 2010 Çarşamba

The Boondock Saints II: All Saints Day (2009)

Noah 'Il Duce' MacManus: Someone's trying to call them out. You kill a priest. In a church. And make it look like it was them. Bring them back with a vengeance. Someone thinks it's really clever. Only one problem with this little plan.
Father Sibeal MacManus: What's that?
Noah 'Il Duce' MacManus: It worked.
Birincisi, yine Troy Duff imzalı olmak üzere, 1999 yılında seyirciyle buluşan "The Boondock Saints" filminin 2009 çıkışlı filmi. Bu efsanevi yapıma, en azından, uzak kaçmamış bir film olmuş ki bu bile "10 yıl sonra çekilen süper bir filmin 2.'si" şeklinde nitelendirerek "ne kadar iyi olabilir ki?" diye düşünmemle beraber, beklentilerimi olabildiğince aşağı çektiğim bu yapım için yeterliydi.

Yönetmen ve senarist az önce de belirttiğim üzere Troy Duff... Kendisinin özelliği, The Boondock Saints serisinden başka bir film çekmemiş olması. Bence enteresan bir ayrıntı. Bilinmesi gerekiyor.

Bir kere bu filmin yayınlanacağını ilk duyduğumda aklımdan geçirdiğim "Nasıl olacak ki? Tam 10 sene sonra yayınlanıyor. İzleyicinin kafasında filmle ilgili hiçbir şey yok. Yeni film biraz da ilk filmden bir şeyler anımsatmalı..." düşüncemin Troy Duff tarafından da benimsendiğini, filmdeki ilk filme bağlanan Flash Back olayıyla hatırlamam benim adıma güzel bir ayrıntıydı.

İlk filmden farklı olarak iki karakter daha eklenmiş. Birisi psikopat bir Meksikalı. Romeo. Tam sevilecek adam. Hafiften çatlak. İkincisi ise Julia Benz adlı afet-i devranın, hakkını da tam anlamıyla vererek, canlandırdığı ve bir nevi Paul Smecker'ın devamı niteliği taşıyan(-ki bu filmde ne yazık ki Paul Smecker'i aktif olarak izlemeyeceksiniz.), FBI Special Agent Eunice Bloom. Kendisi öyle bir performans sergilemiş ki kendi güzelliğinden ziyade, canlandırdığı karaktere aşık olmamak elde değil. İlk filmden kadroda olan fakat bu filmde ilk filme nazaran hiçe yakın roller alan iki kişinin yerlerini, bence, gayet iyi doldurmuşlar. Gelen gideni aratır, evet, fakat ben özellikle Gay bir dedektifin yerine yüksek seksapalite sahibi bir kadın olan FBI Ajanı Bloom'u tercih ederim. (Hüseyin, seni bilmiyorum...) Zaten geri kalan kadro da gayet başarılı bir performans ortaya koymuş. Beni bağlamaz. Benim gördüğüm ve ilk filmi hatırladığım kadarıyla da kardeşlerde de hiç değişiklik yok. En azından ikisi birbirlerinden ayırt edilebiliyorlar. Bu yanıyla da güzel. Her ne kadar birazcık(=10 yıl) yaşlanmış da olsalar, "Şehrin Azizleri Ruhunu" yaşatmayı başarmışlar. Bu anlamda çok başarılılar.

Filmin konusuna gelmeye gerek de yok sanki. "The Boondock Saints filminin devamı çekilirse yapılması gerekenler?" şeklinde atılmış altına yazılmış maddeler uygulanmış. Ayrıyetten de yukarı da çizilmiş karakterler eklenmiş, hepsi bu.

Kesinlikle izleyeceğinize eminim, o yüzden hiç tavsiye etmiyorum. :)









22 Mart 2010 Pazartesi

Sherlock Holmes (2009) #2

Aslında "Bir Guy Ritchie filmi..." desek, yeter sanırım.

Uzun süredir bekliyorduk. Guy Ritchie'nin iyi yanı en azından Quentin Tarantino kadar bekletmemesi. Misal 5 sene sonrasına gün vermemesi felan.Ortalama 1 ile 1,5 sene arasında 1 film patlatıp aklımızı başımızdan alan Guy Ritchie'nin son filmi de bu işte. Sir Arthur Conan Doyle adlı bir adamın yarattığı bir karakterin filmi. Onlarca kitabını görmüşlüğüm var fakat okumuşluğum yok. Hatta müzesi felan bile varmış. Biz de Vikipedi çocuğuyuz ya zaten. :O).

Neyse işte, böyle süper ünlü ve onlarca mevzuya konu olacak bir karakterin filmini çekecekseniz, büyük risk altındasınız demektir. Kolay değil. Zaten romanlardan uyarlanan filmler genelde pek tatmin etmez fakat bu seferki sanıyorum yeterli oldu. Bilindik Guy Ritchie kurgusal imzası niteliği taşıyan, flashback tarzı hareketleri olsun, kostüm ve dekordaki fantastik düzeydeki kalite olsun, Londra tasviri olsun, alışılmışın dışındaki eğlence dolu dövüş sahneleri olsun hep artı yönlerdi. Ayrıca bu kalitenin yanına bir de müthiş oyuncu kadrosu eklenince, tam tadından yenmez olmuş. Her ne kadar diğer Guy Ritchie filmlerindeki akışkanlık yakalanamamış da olsa, bunun bir dedektif filmi olduğunu unutmamak lazım.

Kadronun tepesindeki üç kişi şöyle; Robert Downey Jr, Jude Law ve Rachel McAdams... Robert Downey Jr'ı son zamanlardaki popülaritesi ve başarısından dolayı anlatmama gerek yok diye düşünüyorum. Jude Law zaten bilindik Jude Law. McAdams'ın iyi oyunculuğunun yanında, üstlendiği karakter de çok hoşumuza gitti. Bu role O güzel gitmiş. Bunların haricinde Mark Strong'a da Lord Blackwood ismi oturmuş. Robert Maillet de şaşırtıcı derecede iyi rol yapıyor. Normalde o tip adamlar sırf farklı görünüşlerinin sayesinde böyle yapımlarda yer bulurlar ama bu kez şaşırdım doğrusu. Guy Ritchie de zaten bu işte her zaman iyidir. Casting ayarını iyi verir.

Konusuna fazla girmeyelim. İşte hiçbir şekilde mesaj vermeyen yine kaliteli bir Guy Ritchie filmi. Nedense o soğuk İngiliz espirileri bile hoşuma gitti. Sizin de gidecek...

Güzel bir haber ile noktalayayım. IMDb ağabeyime göre Guy Ritchie 2011'de bir Sherlock Holmes hikayesiyle daha gelecek. 2010'da çıkaracağı Gamekeeper filminden sonra olacak sanırım. :). Heyecan ile bekliyoruz.