25 Ağustos 2011 Perşembe

Source Code (2011)


Bob Marley felsefesi;

"Everything is gonna be okay!"

Oldum olası çok sevdiğim, Donnie Darko ile patlayan ve yine aynı filmde kız kardeşini oynayan Maggie Gyllenhaal'ın gerçek hayatta da kardeşi olan Jake Gyllenhaal'ın(Donnie Darko, Brokeback Montain, Zodiac gibi filmlerden biliyoruz...) başrolünü üstlendiği ve yanında Michelle Monaghan(Gone Baby Gone ile Kiss Kiss Bang Bang'den hatırlıyorum...) ile Vera Farmiga'nın rol aldığı, ilginç bir film.

Öyle ki bir sinema severi, sinemanın geleceği için ümitlendiriyor.

Müzikleri, kurgusu, kamera kullanımı çok başarılı bir kere. Tabi bu çok önemli değil. Önemli olan bu sinema fikrinin daha önce işlenmemiş olduğudur. Hoş, uzun zamandır sinemaya yeterli ilgiyi göstermiyorum ama yine de bu filme benzer temalı bir filmi ben daha önce izlemedim.

Konusuna fazla girmeyeceğim çünkü izleyip şaşırmanız daha güzel olacak, buna inanın. Sadece şunu söyleyeyim; Hani gerçekleşme ihtimali olmayan bir şeyi, bir filmde görmenin ya da bir kitapta okumanın ardından "Acaba böyle bir şey olur mu?" diye kendimize sorarız ya, bu da öyle bir şey. Beklentilerinizi de istediğiniz kadar yukarı çekebilirsiniz. Zira kendisinin hakkında babasıyla konuşan bir adamın hikayesine şahit olacaksınız.

Sonu da çok güzeldi.

Bir de ben esas karakterin Christina'ya ne tavsiye ettiğini merak ediyorum. :)

Ben Ripley yazmış, meşhur Moon (2009) filminin yönetmeni Duncan Jones yönetmiş. Kesinlikle kaçırmayın.









21 Ağustos 2011 Pazar

The Adjustment Bureau (2011)


Senarist Philip K. Dick'in yazmış olduğu kısa hikayeyi, bir başka senarist George Nolfi'nin senaryolaştırması ve ilk deneyimi olarak beyaz perdeye yansıtmasıyla oluşmuş bir film. Philip K. Dick'i Blade Runner filminin senaristi olarak hatırlarken, The Bourne Ultimatum, Ocean's Twelve gibi yine Matt Damon'lı yapımların senaryolarından hatırlayabiliriz.

Çok garip başladı film. Açık konuşmak gerekirse, Amerikan seçimlerinin çok temiz, uygar dünyanın gerekliliklerini karşılayan bir sistem olduğunu vurgulayan bir film olma ihtimali beni çok korkuttu ki filmin başları "Aha propaganda geliyor..." dedirtiyor zaten. Fakat azıcık seyredince, işlerin o kadar da basit olmadığını gördüm. Senaristimiz öncelikle benim şüphelerimi yok edecek hamleyi yaptı. Bu filmde seçimlere dışarıdan müdahale edildiğini gösterdi. Ardından birazcık daha süre geçince, yine bu filmin sadece Amerikan seçimleri, politika ve bunlarla sınırlı bir film olmadığını gösterdi. Matt Damon'un canlandırdığı David Norris karakterinin üzerine kahve dökülmesi gereken sahne ile meseleye start verdi. Bunun adına ister illuminati deyin, ister başka bir şey. Sonuç olarak insanlar, kendi iradelerinin dışında kullanılıyor ve yönetiliyorlar. Bu artık, bu dünyada çok net. Belki bu film ile insanlara "Biz varız ve çok güçlüyüz!" mesajı verilmek istendi.
David Norris: Who the hell you guys?
Richardson: We... are the people that make sure things happen according to plan. 
Zaten filmin sonlarına baktığınız zaman, en tepedeki güce(Yoksa her şeyi gören göz mü bu?) ulaşılamadı. Ana karakterin o tepedeki güç tarafından sınandığı ortaya çıktı filan. Uyanık. olun. Filmin geri kalanı sadece hikayenin tamamlaması gereken ayrıntılarıydı. Kıza aşıkmış, ne kadar zaman geçerse geçsin O'nun için her şeyi yapacak karakterde bir kişiymiş. Bunlar, asıl mesajı göremeyen ya da görmek istemeyen insanların filmi izlemesi için birer sebepti sadece.

Ayrıca bugüne kadar izlediğim, ikinci Blackberry propagandası yapan filmdi. Birincisi de The Town'du. Blackberry kahveye girer ve çalışmaya devam eder. Ondan sonra da "Aman ne kadar dayanıklı bir cihazmış. Hmm, fuck yeah! Hemen gideyim de bir Blackberry edineyim o halde..."

Emily Blunt'ın performası harikaydı.

Müzikler de gayet iyi kullanılmıştı.

Güzel filmdi nitekim, sinema için gayet başarılıydı.

20 Ağustos 2011 Cumartesi

Heist (2001)

Fran Moore: Cute plan, though. 
Joe Moore: Cute as a Chinese baby.
The Untouchables, Glengarry Glen Ross, The Spanish Prisoner, The Verdict, Ronin, Wag the Dog ve The Winslow Boy gibi iddialı yapımların senaristi, 2006 yılında başlayıp 2 sezon süren The Unit adlı dizinin hem prodüktörü hem de kitabından uyarlama senaristi(bazı bölümleri de kendisi yönetmiş) ve The Spanish Prisoner, Homicide, House of Games gibi filmlerin yönetmeni David Mamet'in hem yazıp hem de yönettiği bir soygun filmi.
"Eyvah, yine mi soygun filmi?"
Gibi düşündüğünüzü hissediyorum ama bu diğer soygun filmleri gibi değil. "Diğerlerinden daha iyi..." demiyorum ama diğerlerinden farklı olduğu kesin. Bence bu filmin en güzel yanı, işin içine soygun ve suçluların işleri doğrultusundaki birbirleri arasındaki ilişkilerden başka hiçbir şeyle ilgilenmemesi ve soyguncuların birçok diğer soygun filmlerindeki tiplere oranla daha gerçek olmaları.

Hele bir de otobanda polisin birini kekledikleri bir sahne var ki; Görmeniz gerek.

 Bir de bu filmin bir sağlam kısmı da oyuncu kadrosu.

İlk olarak Al Pacino hastalığımın en yüksek seviyelerde olduğu dönemlerde, Al Pacino filmlerini kronolojik sırayla izlediğim zamanlarda, Scarecrow filmiyle tanıştığım üstad Gene Hackman başrolde. Unforgiven, The Conversation(bu benim favorimdir.), Bonnie and Clyde, Young Frankenstein, The French Connection, Mississippi Burning, The Royal Tenenbaums, Hoosiers, Reds, A Bridge Too Far, I Never Sang for My Father, Crimson Tide, Night Moves, The Posedion Adventure, Runaway Jury, No Way Out gibi tartışmasız kaliteli yapımlarda izleyebileceğiniz ve 1972'de The French Connection filmiyle en iyi erkek oyuncu, 1992'de Clint Eastwood'un başrolde oynadığı, yine muhteşem bir film olan Unforgiven'daki rolüyle de en iyi yardımcı erkek oyuncu oskarlarını cukka yapmış bir ağabeyimiz bu adam. Konu dışı ama kendisinin en sevdiğim yanlarından birisi de yönetmenliğe atlamamış olmasıdır. Yıllar yılı oyuncu kalmıştır. Tamam, birçok film için prodüktörlük yaptı ama sonuç olarak o yönetmenlik gibi kariyer amaçlı yapılan bir şey değil. "Tamamen duygusal" hesabı. O yüzden onu saymıyoruz.

Neyse.

Filmdeki yardımcı erkek oyuncumuza geçelim. Delroy Lindo. Tam bir yardımcı erkek oyuncu. Malcolm X, Bound by Honour, The Cider House Rules, Mountains of the Moon gibi filmlerde yandan yandan oynamış, hatta The Devil's Advocate'de dahi bir miktar rol kapatmıştı. Bir de bu filmde var işte, ne güzel. Ondan sonra ise sıradan en iyi yardımcı kadın aktör rolüyle Rebecca Pidgeon geliyor. Soyada bak. Neden soyadı böyle, bilmiyorum ama kendisi yönetmen David Mamet'in eşi oluyor. The Unit dizisinde olsun, The Spanish Prisoner, The Winslow Boy, Homicide ve daha bir çok David Mamet imzalı işte yer almış kendisi. Çok çok aman aman iyi bir oyuncu olduğunu söyleyemeyiz ama fena bir oyuncu da değil yani. Pidgeon'dan sonra değineceğim isim Danny DeVito. Küçük dev adam resmen. One Flew Over the Cuckoo's Nest efsanesindeki delilerden biriydi. L.A. Confidental'da da hatrı sayılır bir rolü vardı ama bu filmdeki rolü gibi bir rolde hiç görmemiştim. Çok beğendim! En son olarak değineceğim isim de Sam Rockwell; O'nu da oldum olası severim. Bu filmde sürekli keklenen adamdı ama genelde hep kalite rollerde izlemişizdir. Mesela The Green Mile'da inceden bir rolü vardı. Moon filmi var, meşhurdur. 5 dalda oskara aday olan Frost/Nixon filminde üçüncü adamdı.The Assassination of Jesse James by Coward Robert Ford adlı filmde de var(mış)dı. Sevdiğim bir filmdir ama hiç dikkatimi çekmemişti orada olduğu. Matchstick Men adlı müthiş eğlenceli yapımda, Nicholas Cage'in kafadarıydı. O film süperdi mesela. Tavsiye ederim. Law Dogs diye bir filmde de  boy göstermiş ama onu ben henüz izlemedim. Kirk Jones'un uyarlama filmi, başrolünde Robert De Niro'nun oynadığı Everybody's Fine'da Robert De Niro'nun oğlu ya da damatıydı. Hilary Swank ile birlikte meşhur Conviction var. Bir de ciğerimiz Robert Downey Jr.'ın başrolünde oynadığı Iron Man 2'de Justin Hammer rolündeydi.

Adamlar böyle bir cast yapmışlar işte. Kaçırmaya gerek yok derim.





Inglourious Basterds (2009) #6

Fotoğrafın büyük halini görmek, yine aynı fotoğrafı tıklamaktan geçer evlat...

19 Ağustos 2011 Cuma

The Crowe/Doyle Songbook, Vol. III


Bildiğimiz Russell Crowe ile bilmediğimiz Alan Doyle'nin ortaklaşa çıkardığı folk müzik albümü. Şuradan iTunes sayfasına ulaşabilirsiniz. Youtube'da da var bir şeyler. Ayrıca David Lynch de "modern blues" şeklinde nitelendirdiği bir albümü önümüzdeki aylarda piyasaya çıkaracakmış. Ona da buradan ulaşabilirsiniz.

The Town (2010)

 
- What's the worst thing can happen?
**
+ FBI, OPEN THE DOOR!!! 
Çok çok çok çok muhteşem bir film olduğunu iddia edemem. Fakat izlenmesi gereken bir film olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Her ne kadar, ilk başlarda "Bizim büyüdüğümüz şehir, dünyanın en baba banka soyguncularını yetiştiren şehirdir." tadında, Yiğit Özgür'ün "Biz orospu çocuğuyduk!" mentalitesinde yapılmış bir film olabileceğini düşünmüş olsam da, filmin sonundaki hislerim bambaşkaydı.


İlk olarak Ben Afflect'ten başlamak gerekiyor sanırım. 1972 doğumlu bu oyuncu, senarist, prodüktör, yönetmen, yani kısacası tam bir sinema adamı olan bu şahısı, ilk defa Jennifier Lopez'in Styles P ve Jadakiss ile birlikte söylediği şarkı Jenny From The Block'ın klibinde tanımıştık. Yani benim yaşıtlarımın tam da ergenlik dönemine denk gelen bu vidyo, birçoklarımızın başını az döndürmemişti;


Geçenlerde, bazı bazı bu sayfada adını andığım dostum Hüseyin ile bir iftar yaptık. Ardıdan yaptığımız sohbette şöyle dedi; "Jennifier Lopez ile birlikte olan adamın kariyerinde düşüş oluyor. Devamında kendisinden ayrılan adamlar birden yükselişe geçiyorlar. Ben Affleck de gerçekten bu tanıma uyuyor. Jennifier Lopez ile takıldığı döneme kadar sürekli tırt tırt filmlerde görülen bu adam, Jennifier Lopez'den ayrıldıktan sonra birden bire evrim geçiriyor ve oyunculuktan yönetmenliğe atılıyor. Hatta adam 1997'de Matt Damon ile yazdığı ve 1997'de yayınlanan Good Will Hunting ile Oskar bile aldı. Bu da kendisinin ikinci uzun metrajlı filmi. Üçüncüsü Argo da 2012'ye gelecekmiş. Neyse yani, özetle, gelecek için müthiş şeyler vaadedebilen bu adamı, bu filmde de yine iyi bir yönetmen, kötü bir oyuncu olarak izledik. Olsun yine de memnunum.

Memnunum, çünkü Ben Affleck hariç, diğer oyuncuların performanslarına da hasta oldum. Mesela Rebecca Hall var. Vicky Cristina Barcelona filminde izlediğim ve "Ne ayak lan bu kız?" diye kendi kendime sorduğum bu kadın, gerçek bir oyuncuymuş, O'nu anladım. Önce silahlı tehdit altında, nasıl açıldığını bildiği kasayı açmayı beceremeyen genç kadındı, sonra rehinelik sürecinin akabinde psikolojisi bozuk kadına dönüştü. Bunları takiben de sadık bir aşığa dönüştü. Çok iyiydi, çok beğendim. Ondan hariç, hep izlemek istediğim ve fakat bir türlü başlamaya fırsat ve zaman bulamadığım Mad Men dizisinin baş aktörü Jon Hamm'a mest oldum. Bence direkt olarak Quentin Tarantino'nun elinden geçmeli. Ayrıca diziyi izlemeye başlamam için bir sebep daha çıktı diyebilirim. Bunlardan hariç aklıma gelen, Gossip Girl dizisinde üst sınıf beyazı oynayan Blake Lively'nin bu filmdeki alt tabakadan, cahil genç kadın rolünün altından bu kadar başarıyla kalkması da gözle görülür bir ayrıntıydı. Jeremy Renner bombaydı. Caughlin adlı karakteri canlandırdı ki cast'i kim yaptıysa cuk oturtmuş.

Filme gelince...

Şunu bir daha söyleyeyim ki; İzleyin. İzleyin çünkü ben tavsiye ediyorum. :p. Şaka bir yana, bir suç filmine katılabilecek kadar dram katılmış, acayip bir yapım. Hani biraz az katsan, belki olur ama bundan biraz daha fazlaya gitsen sıkıntı olur ya. Bu adam tamı tamına oturtmuş mevzuyu. Gone Baby Gone filmiyle ümit veren Ben Affleck için başarılı geçen bir sınav olmuş adeta. Bu arada filmin başından sonuna kadar maruz kaldığım Boston aksanına da bayıldım. :).

Bunlardan hariç, 1995 yılında Al Pacino ve Robert De Niro efsanelerinin başrollerini paylaştığı Heat filmine olan göndermeleri için bile izlenir yani.

Boston'da bulunan, Charlestown adlı bir kasaba. Bu kasabada yaşayanlar burası için "The Town" diyorlar. Misal Sinanobalılar'ın Sinanoba için "Semt" ifadesini kullanmaları gibi... Bu kasabanın özelliği, oldukça fazla banka soyguncusu çıkartması. Hatta bu olay o kadar ileri gitmiş ki, banka soygunculuğu atadan oğula geçen bir meslek haline dönüşmüş. Ancak işte gel zaman, git zaman FBI'ın da çabalarıyla bu soyguncular tek tek ayıklanmış. Ayıklanmayan tek bir çete kalmış, o da, sizin de tahmin edebileceğiniz gibi, bizim adamların çetesi. :).

"İşte soygunlar filan, böyle muhabbetler dönüyor hep." dersek filmi sıradanlaştırmış oluruz. Öyle değil çünkü. Bir soygun filminden daha fazlası. Sonu klişe, eyvallah. Ya da ne bileyim, çete elemanlarından birinin cinayete ekseriyetle karşı olmasına karşın, bir tanesinin de sürekli adam öldürmek için fırsat kollaması bir klişe. Bundan hariç "Bu son işim bırakıyorum..." tribi klişe. "Bu son işim..." diyen adama baskı yapıp O'nu ekipte tutma çabası ayrı bir klişe. EYVALLAH!

Fakat film gerçekten çok farklı.

O çiçek bahçesi çok güzel, güneşli günler de...










17 Ağustos 2011 Çarşamba

Bradley Cooper

Bu herife dikkat edin.

Son birkaç filmiyle tepelere yükseldi. Hangover'da izleyip, beğenmiştik. Dün gece de sahurdan sonra Limitless'ı izledim ve yine çok beğendim. IMDb'de geleceğiyle alakalı şöyle bir durum söz konusu;

The Silver Linings Playbook (pre-production) 2013
Paradise Lost (pre-production) 2012/III
The Place Beyond the Pines (filming) 2013
The Words (post-production) 2012

Takip etmek lazım.

16 Ağustos 2011 Salı

Limitless (2011)

Eddie Morra: Well, in order for a career to evolve, I'm gonna have to move on.
Carl Van Loon: And you would even think that, would only show me how unprepared you are to be on your own. I mean you do know you're a freak? Your deductive powers are a gift from God or chance or a straight shot of sperm or whatever or whoever wrote your life-script. A gift, not earned. You do not know what I know because you have not earned those powers. You're careless with those powers, you flaunt them and you throw them around like a brat with his trust-fund. You haven't had to climb up all the greasy little rungs. You haven't been bored blind at the fundraisers. You haven't done the time and that first marriage to the girl with the right father. You think you can leap over all in a single bound. You haven't had to bribe or charm or threat your way to a seat at that table. You don't know how to assess your competition because you haven't competed. Don't make me your competition.
Alan Glynn'in romanından meşhur senarist Leslie Dixon tarafından uyarlanmış ve 2006 yılının en iyilerinden The Illusionist filminin yönetmeni Neil Burger tarafından sinemaya yansıtılmış enfes bir film. Ayrıca Robert De Niro'nun yenildiğini izleyeceğiniz ilk film de denilebilir. (Hayır, Heat'deki bir yenilgi değildi.)

Başarısız, hipster ve avara bir bilim kurgu yazarının, yaşamaya dair ümitlerinin tamamen bittiği bir noktada, yaklaşık beş dakikalık bir evlilik yaptığı kadının erkek kardeşi ile tesadüfi bir karşılaşma sonucu tanıştığı bir hap sayesinde hayatının değişmesi ve bu değişiklik sürecindeki sancılı dönemi anlatan bir hikaye. Yalnız çok eğlenceli. Muhteşem müziklerle de süslenmiş, leziz olmuş gerçekten.

Fakat, tesadüfler tesadüfler. "Tesadüf diye bir şey yoktur. Her şeyin bir sebebi vardır." derim hep. Gerçekten de öyle. Bir alttaki ve bu linkteki yazıdan da anlayacağınız gibi, bol bol michael sikkofield okuduğum şu günlerde, tamamen tesadüf ve Robert De Niro'nun yüzü suyu hürmetine izlediğim şu filmde rastladığım bazı öğeler beni inceden şaşırtıp "Yuh lan, bu kadar da denk gelmez heralde..." dedirtse de, şu filmin son sahnesi, ki bu sahne bir çok sıkıntının aşıldığı ve artık tüm dertlerin bitip, Bradley Cooper'ın çoştuğu ve Nirvana'ya ulaştığı anda ekranlandı, "Yine mi siz lan!" dedirtti... Buyrun o sahne;

IllUMINATING THE DARK FIELDS
Hmm... Peki beni bu konuda filmin başında kıllandıran sahne? O hangisiydi?

Her şeyi gören göz. Hem de beyninizin %100'ünü kullanmanızı sağlayan hapla paralel...
Neyse, şimdi michael sikkofield olmaya lüzum yok. Sadece tesadüfe dikkat çekmek istedim. Neyse... En iyisi daha fazla bıkbıklamadan, diğer sevdiğim fotoğrafları da paylaşayım da bitsin bu iş.










11 Ağustos 2011 Perşembe

Zombi Karakterler


The Avengers (2012) #2

The Godfather (1972)


Se7en (1995)

Filmin adını yanlış yazmışlar ama...

Fight Club (1999)


En çok izlediğim filmlerden birisi olmasına rağmen, hakkında tek yazı yazmadığım için her zaman bir burukluk yaşamışımdır. O yüzden internette şu çalışmayı görünce, paylaşmamam imkansız oldu.