5 Haziran 2009 Cuma

Pause [II]

Şu günlerde çok müthiş bi' yoğunluk yaşıyorum. "Günde 25 saat, haftada 8 gün çalışıyorum." diyebilirim mesela. Hem de hiç alışmadığım bi' tempoyla. O yüzden birazcık müsade istiyorum sizlerden. Sanırım uzun bi' süreliğine "PAUSE" demek zorundayım. Sevgilerimle...

1 Haziran 2009 Pazartesi

Twelve Monkeys (1995)

Yazıları okuyanlar bilirler, son günlerde bi' Bruce Willis sevdasıdır, gidiyorum. Bugün de sıra Twelve Monkeys'e gelmişti, O'nu da devirdim, bitti. Hatırlıyorum, içerisinde barındırdığı apokaliptik öğeler ile bayağı bi' dikkat çekmiş, bayağı da meşhur olmuştu. Tabi biz bu filmi izlediğimiz sıralarda çocuktuk. Brad Pitt'in de o zamanlar fazla bi' şekli yok. Se7en filmiyle beraber yeni yeni tanınmaya başlayan, sıradan bi' oyuncu aslında. Bi' nevi Morgan Freeman'ın ekmeğini yiyor. İşte sonra Terry Gilliam () bi' film ile geliyor ve Bruce Willis'e de Brad Pitt'e de bundan sonraki yıllarda sık sık edinecekleri rollerden veriyor. Enfes bi' oyunculuk, harika bi' hikayeyle Bruce Willis tavan yapıyor, Brad Pitt ise "en iyiler" arasına girmenin kapısını sonuna kadar aralıyor. Bi' de Madeleine Stowe olayı var. O'na çok şaşırdım. Bu kadar İyi aktris sıkıntısının olduğu dünyada, adını sadece 2 tane filme yazdırabilmiş olması enteresan. Gerçi yaşlı ama en azından The Last of the Mohicans filminden daha iyilerine layıkmış, bunu da hissettim.

Twelve Monkeys filminin senaryosu 1962 yılında çekilmii, Chris Marker diye bi' ağabeyin, La Jetée adındaki bi' kısa filminden esinlenerek yazılmış. Zaten bu tip, sıradışı bi' senaryoyu Hollywood'un çıkartmasını beklemek kerizlik olurdu. :).

Evet, dikkat ettiniz ve farkettiniz. Filmin hikayesinin fazla detayına inmedim. Çünkü bu bi' apokaliptik hikaye, :). Gerçi hemen hemen hepimiz çocukken izledik bu filmi ama olsun, bi' kere daha izlemekte bi' sıkıntı yok. En azından Brad Pitt ve Bruce Willis ağabeyimin başarılı performansları ve o güzel hikaye için.

Not: "24 Saat Alfred Hitchcock Keyfi", :).














Nikita (1990)

Şu sinema olayı çok ilgin. Hala daha çözemedim. İçine girdikce giriyorsun. Geçenlerde nostalji olsun diye Bruce Willis'in başrol oynadığı The Sixth Sense filmini izlemiştim. Aldığım müthiş hazdan sonra, bi' Bruce Willis şekli daha yapmam gerektiğini düşündüm ve The Fifth Element filmini izledim. Orada da Luc Besson'un başarısını görünce, aklıma yine bi' Luc Besson filmi olan Léon efsanesi geldi ve aynı düzlemde bi' haz yakalayabilmek için bi' Luc Besson filmi daha izlemem gerektiğini düşündüm. O da Nikita'ya denk geldi.

Fransız Luc Besson o zamanlar 31 yaşında. Daha önce 29 yaşındayken yaptığı La grand bleu filmiyle hafiften bi' referansı var ama o kadar da meşhur değil. "Öyle bi' film yapacağım ki Hollywood bile beni tanıyacak." diye düşünüyor belki de... Hazır, 4 sene sonra Léon filminde birlikte çalışacakları ve bi' başyapıt bırakacakları Jean Reno'yu yakalamışken, bu filmi yapıyor üzerinden yaklaşık 20 sene geçmesine rağmen, bu film o zaman bırakmak istediği etkiyi, bugün de bırakıyor. Belki bi' baş yapıt değil ama büyük iş.

Filmin senaryosu da, aynı birçok yönettiği filmlerde olduğu gibi, yine Luc Besson'a ait. Nikita adlı, gençliğini suç ve anarşizme entegre bi' şekilde geçirmiş bi' kızın, suç işleme potansiyelini gören derin devlet kolları tarafından keşfedilmesi ve düzenin içine çekilmesi, bunun da akabinde kendisini, tabiri caizse, "düzen içinde düzülen" statüsünde görmesiyle birlikte, diğer ve bambaşka bi' yanda aşkıyla mücadele etmesini konu ediniyor. Sonu da pis bitiyor. Genel izleyici kitlesinin pek sevmediği ve yönetmenlerin "Bırakayım da izleyici filmden sonra da filmim için biraz kafa yorsun." tadında bitirdikleri sonlardan.

Ayrıca filmdeki oyunculuğa da hasta oldum. Gerek başroldeki Anne Parillaud olsun, gerekse yardımcı oyuncular, hepsi hatrı sayılır kalitede rol kesmişler. Jean Reno'ya zaten diyecek bi' şey yok. The Cleaner, :)).