12 Temmuz 2013 Cuma

Behzat Ç. - Seni kalbime gömdüm (2011)


Çok fazla dizi izleyen bir insan değilim. Yapım gereği istikrar isteyen işlerde pek iyi değilim. O yüzden de dizilerin peşinden koşmaktan pek hoşlanmıyorum. Çok çok ilgimi çeken bir konu olursa, söz konusu dizi finalini yaptıktan sonra izlemeye başlıyorum. Bugüne kadar adam akıllı sonuna kadar takip ettiğim dizi sayısı toplasan beşi geçmez. Fakat eğer bir diziyi izlemeye başladığım zaman sinemadan kopuyorum. O diziyi bitirmeden kolay kolay sinema filmi izlemiyorum.

İşte şu sıralar tam bu moddayım.

Behzat Ç. dizisinin tam olarak final yaptığı gün başladım. Dün 1. sezonun finalini izledim. Bugün de bu filmi. Geriye kaldı iki sezon ve artıyen henüz çıkmamış olan bir film daha. Bunları ne zaman bitireceğim meçhul gerçi. Neyse işte, Allah'tan ki bu dizinin filmini çekmişler. Arada patlatıverdim.

Biraz filmden bahsetmek lazım.

Biliyorsunuz. Yönetmen, bana göre, gelmiş geçmiş en müthiş Türk yönetmen Serdar Akar. Behzat Ç. dizisi, bu kadar başarılı olmasına rağmen sağolsun **RTÜK'ün çabalarıyla azami ölçüde gizlendi. İşte gece yarısından sonraya alındı. Vesayire vesayire... Ben de o farkında olmayanlardandım. Fakat yine de Serdar Akar'ı elimden geldiği kadar yakından takip ettiğim için bu diziyi birgün izleyecektim. Neyse işte. Türk Sineması'da kandan, şiddetten, suçtan, küfürden Serdar Akar kadar korkmayan bir ikinci adam daha bulamıyorsunuz. O yüzden hastasıyım. Kadro da belli işte. Dizideki salt kadro. Onların yanına Tardu Flordun ve Cansu Dere.

Harun, Ç., Hayalet ve Sigara :)
Çok fazla detaycılık kovalamayacağım ama insan ister istemez bu diziden çıkmış bir filmi izleyince, ikisi arasında bir karşılaştırma yapmak zorunda. Bunu yaptım ve neden dizileri çok fazla sevmediğimi bir kere daha anladım. Hele ki Serdar Akar gibi bir adamın işini beyaz perde değil de TV ekranına koyduğumuz zaman çok şey kaçırdığımızı bu film ispatladı bana. Bip yok, karakterler sigara içebiliyor, küfür, kıyamet, daha fazla şiddet, daha fazla gerçek. Her şey var. Evet, belki çok iyi bir dizi işinin rüzgarıyla yapılmış olduğu için çok iyi bir film kabul edildi. Evet, zaten bu dizi olmasaydı bu filmi asla izlemeyecektik. Zaten bunlara bir itirazımız da yok. Benim söylemek istediğim şey TV'lere de özgürlük! :)

Nedir bu sansürcülükten çektiğimiz kaaaaaaaaaaaaaaardeşim?

Son bir not: Serdar Akar'ın fetişlerinden Hakan Boyav'ı bir kere daha izlemek süperdi.

"Burası Ankara... Koltuğun yoksa bir hiçsin."

10 Nisan 2013 Çarşamba

Get the Gringo (2012)

Poster çok tırt. :(.
* Parayı bulunca hemen Marlboro'ya dönmek. :D
* Langırt oynama ve seks arasındaki çağrışım. :D
* Clint Eastwood takliti. :D (-ki bu bence az sonra belirteceğim gibi, Dolar Üçlemesi olarak bilinen seriye göndermeydi.)
* Şemsiye espirisi. :D

"Tarihe dikkat..."
2006 yılında "Müslüman olduğu" konuşulmaya başlandıktan sonra 2010 yılında yayımlanan Edge of Darkness filmine kadar ortalıkta pek gözükmeyen Mel Gibson'un başrolünü üstlendiği ve senaryosuna da katkıda bulunduğu filmin yönetmen koltuğunda daha önce Amores Perros, Apocalypto, Traffic, Man on Fire, Edge of Darkness gibi filmlerde ikinci yönetmenlik/yardımcı yönetmenlik görevini yapmış Adrian Grunberg diye biri var. Senaryoda da izi var. Direkt yönetmen koltuğunda oturduğu ilk işi. Belli ki Mel Gibson ile bir bağı var. Zaten paragrafın başında, ilk cümledeki bilgiyi de buna değinmek için vermiştim. Demek istediğim bu film ile hem Mel Gibson Hollywood'a ve sinema severlere ölmediğini ispatlamış hem de yep yeni bir yönetmeni piyasaya kazandırmış. Tabi onun için de bir boykot söz konusu olursa, onu bilemem.

Mel Gibson'un özel performansı, özellikle Dolar Üçlemesi serisine göndermeleri(Dul bir kadın ve onun çocuğu için savaşan cesur yürekli bir adam ile birinci,bir miktar paranın peşinde olma ile üçüncü filme... Bir de Mel Gibson'un canlandırdığı karakterin yaptığı Clint Eastwood takliti var ki tam evlere şenlik! :DDD...) ile sağlanmış Western tadı, müzikleri ve mekanı ile oluşmuş Meksika tadı, yönetmenin dil tercihinde(Çok özel bir durum değil ama) "ZORLA İNGİLİZCE" moduna girmeyip de İspanyolca'yı gerektiği kadar kullanması, figüranlardaki detaylar ve adeta bir PUNCH LINE tadındaki çocuğun resti... 

Bir de nedense Mel Gibson'un oynadığı karakter ile çocuğun annesini oynayan Dolores Heredia'nın oynadığı karakterlerin gerçek isimleri hiç geçmedi. Bu da garip bir ayrıntı olarak aklımda kalmış.

İyiydi be. Senaryo ile ilgili fazla ayrıntıya girmeyeceğim ama gayet ilgi çekiciydi. Bu kadarını RAHATLIKLA söyleyebilirim...

Bence, içerisinde bulunduğu muhtemel şartlar ile birlikte değerlendirildiği vakit, nefis iş çıkartmışlar. Mel Gibson bu işi yapmaya devam etmeli! Fakat o "bombayı havada yakalayıp, gerisi geriye bombayı atanlara fırlatmak." suretiyle neyi amaçladıklarını anlamadım. Mide bulandırıcı tek detay oydu.

KE-SİN-LİK-LE İZ-LE-YİN!









NOT: Nedense yazıları büyüttüm bu post'ta. HEHEHE...

28 Mart 2013 Perşembe

Killer Joe (2011)

Yalnız bu posteri seçen kişi harbiden gözü karartmış olmalı...
Enteresan bir filmdi. Bir tiyatro oyunundan uyarlanmış. Amerikan yapımı filan. Zaten Hollywood bu Teksas dokusunu çok başarılı bir şekilde işliyor. (Bkz: http://en.wikipedia.org/wiki/Category:Films_shot_in_Texas). Öyle ki bu film Teksas'ın meşhur yerlileri Rednekler ile dolu bir hikayeyi baz alıyordu.

Klasik sinema konulardandır. Birilerine uyuşturucu işi ile alakalı bir miktar borcun var ve ödemediğin takdirde canını yakacaklar. O işi çözmenin peşindesin. Daha sonra riskli oyunlar oynarsın. Ya kazanırsın ya da kaybeder.

Peki bu hikayedeki farklı olan şey/şeyler neydi? Öyle ya; iddialı bir film yapıyorsan ve hikayenin ana fikri bu kadar basitse, detaylarda farklılıklar yakalamak mecburiyetindesin.

Bu konuda senarist ve yönetmen birlikte çok iyi iş çıkartmışlardı. Uyuşturucu borcunu ödeyebilmek için annesinin hayat sigortasını elde etmek adına KİRALIK KATİL OLARAK YAŞAMINI SÜRDÜRMEKTE OLAN BİR POLİS DEDEKTİFİ, BABASI, KIZ KARDEŞİ ve ÜVEY ANNESİ ile anlaşması ve fakat kendi hatası üzerinden planın işlememesi ve işlerin ters gitmesi sonucu oluşan ortamdan kız kardeşini kurtarma çabası ve devamında gelişen bol diyaloglu, kan ve şiddeti göstermekte çok başarılı olmasa da korkusuzluğu gözlemlenen bir film. Daha sonra parasını alamayan psikopat katilin, parası yerine ailenin 12 yaşındaki kızına göz koyması ve bu uğurda bayağı bayağı efor sarfetmesi de filmi ilginç yapan detaylara rahatlıkla eklenebilir.

Az önce bahsettiğim şiddeti korkusuzca seyirciye sunma hususu ile alakalı "tavuk budu" sahnesine, öncesi ve sonrası ile birlikte dikkatinizi çekmeyi isterim. Filmde yine benzeri bir sertlikte, kan dolu dayak ve hatta dayaktan da öte canice bir işkence boyutlarına ulaşan sahneler de mevcuttu fakat bu "tavuk budu" sahnesini başka bir filmde izleyebilmek pek mümkün değil sanki? Gerçi bu sahnenin dahi 1960'lı yıllarda çekilmiş bir filmden araklanmış olduğunu öğrensem, hiç şaşırmam ama en azından benim için çok farklı ve ilgi çekici bir film sınıfına girmesine yetti.

Not: Uyuşturucu baronu çok karizmatik ve sempatik bir adamdı. Marc Macaulay diye bir abimizmiş. Hehe...

İzleyin mutlaka.









18 Mart 2013 Pazartesi

Dial M for Murder (1954)


Yine cinayet meseleleri. Çok zeki insanlar, sarışın bir kadın ve esmer ama renkli gözlü adamlar. Bildiğimiz Alfred Hitchcock efsanesinin bir başka dalı bu. Yaklaşık 6-7 senedir ha izledim, ha izleyeceğim bir şekilde merak ettiğim ve bunun devamında dün değil evvelsi gün izlemeye karar verdim ama yine de bunu gerek aşırı derecede uykumun gelmesi, gerekse de şahsi farklı sebepler dolayısıyla artık bu sabaha kadar erteledim. Az önce de bitirdim. Sabah sabah. Mis gibi oldu zihnim açıldı.

1954 yılında, yani Rear Window adlı efsanevi filmle aynı yılda izleyiciye sunulmuş olmasıyla beraber aslında pek layığını bulamadığını söyleyebilirim. Film izlemeyi sevenler anlayacaktır, pek çok cinayet temalı filme ilham olmuş bir yapım. Zaten baktığınız zaman bırakın ilhamı, 1998 yılında çekilen Michael Douglas, Gwyneth Paltrow, Viggo Mortensen'li kadrolu A Perfect Murder filmi de bu filmden direkt uyarlanmış. Önce bir tiyatro oyunuymuş, sonra beyaz perdeye aktarılmış. Warner Bros işi.

Bir set fotoğrafı.
Enteresannnn...
Hikaye enfesti. Hem ana tema olarak çok başarılı hem de detaylarıyla da şahsen beni içine çekmeyi başardı. Hitchcock'u övmek de artık iyice iğrençleşti, biliyorum. Filmi sıradan bir polis memuru ile açıp, yine sıradan bir polis memuru ile kapatması, cameo'yu bir fotoğrafın içinde yapması, koskoca filmin hemen hemen tamamını bir apartman dairesinde geçirmesi(tıpkı bir üst paragrafta söylediğim gibi aynı sene çektiği Rear Window filminde olduğu gibi) filan, hep atladığım şeyler bunlar. Bunları fazla kafaya takmıyorum yani. :). Bu kadar muhteşem ve ayrıntılı tasarlanmış ve yine neredeyse tüm Alfred Hitchcock filmide olduğu gibi hemen hemen herkesin çok zeki insanlar olduğu, müthiş akıl oyunlarının döndüğü bu hikayeyi perdeye aktarmak her baba yiğitin harcı değil tabi. Evet; bazı eksiklikler, yanlışlar, gariplikler de yok değil. Yani bir polis dedektifinin yürütmekte olduğu bir soruşturma için yarın idam edilecek bir suçluyu hapishaneden çıkartabilecek kadar yetki sahibi olması, yine aynı polis dedektifinin şüphelendiği şahısların eşyalarını çalıp, bunları soruşturmaya dahil edebilmesi, iç işleri bakanıyla direkt bağlantılı olması vs. gibi genelde söz konusu polis memuru ile alakalı abartılı olaylar mevcuttu. Tabi bunların sebebi de filmde Grace Kelly'nin dışında bulunan herkesin, yani erkek karakterlerin hepsinin çok zeki olması gerektiği ile alakalıydı. Polis memurunu zeki göstermek için, bazı verilere ihtiyaç vardı, onlar sonuna kadar kullanıldı.

Her ne olursa olsun 1954 yılunda dahi bu tarz olayların yaşanmakta olduğunu ya da Alfred Hitchcock ve yine tıpkı Dial M for Murder filminde olduğu gibi yıllardır izlemek istediğim Wait Until Dark filminin senaristi Frederick Knott gibi adamlar tarafından da olsa hayal edilebilmekte olduğunu hissettirdiği için çok sevdim bu filmi. Tıpkı diğer Alfred Amca filmleri gibi.

Biraz da kadroya değimek lazım. O zamanlar oyuncular oyuncuydu. Başrolde Ray Milland vardı. Çirkin mi çirkin, meymenetsiz mi meymenetsiz bir adam ama şiir gibi bir oyuncu. Alfred Baba'nın da tarzına çok uygun bir yapısı olduğunu gözlemledim ama ufak bir araştırma sonucunda kendisinin usta ile bu filmden yaklaşık on sene önce başka bir filmde(Forever and a Day) ve yine bu filmden yaklaşık on sene sonra
A Home Away from Home (1963) adlı bir dizinin, Alfred Hitchcock'un da kendisi oynadığı "The Alfred Hitchcock Hour" adlı bölümünde boy göstermiş. Başka da bir işleri olmamış. Genelde çalıştığı oyuncular ile en az birkaç filmde çalışan Hoca'nın en efsaneleşmiş öğrencilerinden birisi de Grace Kelly. Bu film ile birlikte
Rear Window (1954), To Catch a Thief (1955) gibi en önemlilerinden iki Hitchcock filminde oynamıştı. (Hitchcock ile olmayan High Noon gibi efsanevi bir Western'de de yer aldı.). Bugünki kadın oyunculara da ilham verdiğini düşündüğüm, müthiş bir oyuncu. Yardımcı erkek oyuncular ise yine Hitchcock ile birlikte bu filmle beraber üç filmde yer almış olan (Saboteur (1942), Forever and a Day (1943)) Robert Cummings, hocanın sağlam fetişlerinden John Williams var. Bir de ne filmde, ne de Hitchcock işlerinde çok fazla yer bulamamış Anthony Dawson'u izlemek mümkün.

Sinema seven herkes izlesin.

Notlar:

1- Hizmetçinin adını da Alfred koymuş çakal, hehehe...
2- Alfred Hitchock Hoca'nın demokrat tavrı çok hoşuma gitti; http://www.imdb.com/title/tt0046912/trivia?tab=tr&item=tr1686601
3- Adam usta musta ama harbiden deli yahu; http://www.imdb.com/title/tt0046912/trivia?tab=tr&item=tr1686602



15 Mart 2013 Cuma

Killing Them Softly (2012)

Posteri minimalist seçtim...

Jackie Cogan: America is not a country it's a business

Az önce izledim, "beğenmedim." diyemem. Kötü bir film değil. "Vasat" diyebiliriz. Kafamı karıştıran bazı noktalar var.

Filmi hemen hemen herkes gibi ben de merak ile bekledim. "Amerikan hükümetini eleştirecek.", "Fight Club gibi aykırı ve düzen dışı(!) bir film olacak." ve benzeri yorumları okuya okuya/dinleye dinleye beklediğimiz için beklentimiz oldukça yüksekti. Karşılanmadı da. Fight Club'ın kalitesi ile uzaktan yakından alakası yoktu. "Amerikan hükümetini eleştirmek" eşiği de Obama'nın bazı konuşmalarını kesip kesip filmin içine yerleştirmek ve "Ahahaha ne kadar da tutarsız konuşmalar bunlar... Zaten hep aynı şeyleri söylüyor. Bak gay'lerden oy almak için yalakalık yapıyor." demekten öteye geçmedi. Üstüne üstlük Brad Pitt'in canlandırığı karakterin efsaneleşmesi için girilmiş olan ekstra çaba da mide bulandırıcıydı.

Peki filmin iyi olan yanları nelerdi?

Bir defa kadrosu ve bununla bağlı olarak oyunculuk performansı çok iyiydi. Başta Brad Pitt olmak üzere, onunla birlikte Ray Liotta, James Gandolfini ve yan tarafta da Scoot McNairy, Ben Mendelsohn vs... Sadece bireysel anlamda çok iyi birer oyuncu olmaları bir yana dursun, yönetmenin ya da artık cast'ı kim yaptıysa onun hakkını vermek lazım; müthiş uyumlu bir ekip kurmuş. Hele ki uzun yıllardır "Birgün başlayacağım..." diye düşündüğüm The Sopranos adlı dizinin baş karakterini canlandıran James Gandolfini'yi kısacık da olsa izlemek gayet eğlenceliydi.

Bundan hariç hikaye çok farklı aktarılmıştı. Belki ana tema üzerinden gittiğimiz vakit, sözüm ona "klişe" şeklinde rahatlıkla özetlenebilecek durumdaydı ama anlatım bu durumu topladı. Açıkcası daha bir paragraf üstte eleştirdiğim hükümeti eleştirme muhabbetini bir noktada övmem gerekiyor. Açıkcası daha önce hiçbir filmde bu kadar güncel konuları, böyle vahşi bir zemin üzerine yerleştirmiş bir şekilde izleyiciye sunan bir yönetmene daha rastlamamıştım. Bir de tüm bunlara ek olarak; girişteki soygun sahnesi, yağmurlu havada Ray Liotta'nın canlandırdığı karakterin yediği müthiş dayak sahnesi ve Brad Pitt'in canlandırdığı karakterin yine Ray Liotta'nın canlandırdığı karakterin suikastini gerçekleştirdiği sahnelerdeki detaycılık müthişti. Sırf bu yüzden yönetmen Andrew Dominik'in iki filmini daha gözaltına almama sebep oldu.

Go ahead; İyi seyirler.





13 Mart 2013 Çarşamba

Salinui chueok (2003)


Nam-ı diğer; Memories of Murder!

Normalde Uzak-Doğu Sineması ile alakam pek yoktur. Bugüne kadar izlediğim birçok filmden de gayet memnun hisler yakaladım ama yine de pek ısınamadım ancak fikirlerimi biraz olsun kıran müthiş Gwoemul filmi ile Joon-ho Bong ve onun fetiş oyuncusu Kang-ho Song ile tanışmıştım. Daha sonra hem yönetmenin, hem de oyuncunun filmlerini izlemiştim. Fakat buna rastlamamış olacağım ki uzun zamandır elimde olmasına rağmen izlememişim. Nihayet izledim.

Garip bir film. Güney Kore yapımı. Avrupa Sineması tadı ve kokusu taşıyan, bir seri katil filmi ancak diğer bildiğimiz sıradan seri katil filmlerinden çok çok çok farklı bir yapıya oturtulmuş. Özellikle hikaye anlamında, diğer klişe dolu filmlerden öne çıkıyor ki bunun sebebi senaryonun gerçek bir hikayeye dayandırılmış olması. Hikaye Güney Kore işgal altında olduğu dönemde geçen bir hikayeden derlenmiş.

Ayrıca söylemem gerekir ki, belki az önce göz attığınız ya da belki az sonra göz atacağınız kesitlerden anlayacağınız üzere çok sert olan bu filmde öyle espiriler, öyle komiklikler vardı ki bazı sözüm ona "çok ciddi" meseleler bile çok komik vücut dilleriyle anlatılıyordu. Bilmiyorum, belki de o diyarlarda o hareketler "komik" değil de "ciddi" olarak biliniyordur. Bunu bilemiyorum ama sonuçta biz bizim kültürümüz üzerinden izlediklerimizi yorumluyoruz. İster istemez, bu böyle.

Garip meseleler vardı. Daha önce izlediğim Kore filmlerinde de olduğu gibi, bu filmde de yönetmenin oyunculara kısmı özgürlükler verdiğini gözlemledim. Filmi izlediğinizde farkedeceksiniz; Olay mahaline gelen adli tıp uzmanlarının tripleri olsun, zamansız gelen uçan tekmeler ve bunlar gibi ani reaksiyonlar olsun asla bir senarist tarafından hesaplanacak şeyler değil, tamamen oyuncuların insiyatifleriyle gerçekleşebilecek sahnelermiş. Bu da yönetmenin dehasına ve cesaretine işaret bir gözlem sonucu bence.

Fazla uzatmayacağım yahu. Velhasılı çok iyi bir film izlemek istiyorsanız, here you guys go.

Bye.