10 Temmuz 2010 Cumartesi

Låt den rätte komma in (2008)

Cehennemin yarısının ateş, yarısının da buzdan olduğunu söylerler. Hani eskiden MADO'dan dondurma aldığımızda verdikleri özel kutunun içerisindeki özel buzlardan. Hani elini atamazsın, yakar. Bu film de aynı öyle.

Kuzey'de kan barındıran film çekmenin avantajı, o bembeyaz coğrafyalarda kırmızının parıl parıl parlamasıdır. Bu yönde çok filme şahit oldum ama şimdi aklıma gelen ve blogda kolaylıkla bulduğum bir tanesine yönlendireyim; Død snø (2009).

Oskar ile Eli adlı iki kavramın birbirleriyle olan bağlantısından bahsederken, arkadan da ince ince insan psikolojisiyle ilgilenen bir film. İnsanlar tarafından bu kadar çok sevilmesinin sebeplerini incelemek gerekirse, basit bir cümleyle bu durum özetlenebilir; Bugüne kadar yapılmış bütün vampir filmi klişelerinden çok ama çok farklı olması, uzakta durması. Peki nedir bu farklılıklar? Öncelikle söyleyebileceğim; Vampir filmlerindeki saçmalıklardan sıyrılmış ve sıfır aksiyon ile ki bu "sıfır aksiyon" bir vampirin bir insana saldırdığı anlarda, en ölümcül katliamları gerçekleştirdiği zamanlarda bile insanlara "Bu vampir filmi değil ki... Dram bu resmen..." dedirtebilmiş olması, bu farklılıkların en başında gelir. Ondan sonra da vampir tanımlaması incelenebilir. İşte 12 yaşında gözüken, çok zeki, soğuktan etkilenmeyen, garip kokan bir vampir. Ayrıca insanlarla direkt 1. sınıf iletişim kurabilme yeteneğini de kaybetmemiş ancak duygularından sıyrılmak zorunda kaldığı için söz konusu iletişimde çeşitli kopukluklar yaşayan bir şey.

Ayrıca mesele bununla da sınırlı değil tabi; Bir diğer tarafta da yönetmen Tomas Alfredson'un anlatım şekli de çok başarılı. Kamerayı kullanış biçimi. Bir kareye 2 başka psikolojiyi sığdırabilme yeteneği de izleyici ile film arasında kişisel bir bağ kurmaya yaramış. Filmin makyajdaki başarısı(Özellikle Eli'nin el parmaklarının uclarına doğru kahverengiye çalan rengiyle dahi bir ayrıntı oluşturma güzelliği vardı.) ve hayatlarının ilk filmlerinde yer alan Kåre Hedebrant ve Lina Leandersson'un olaya çok yakışmalarına sebep olarak da yine Alfredson gösterilebilir. Müthiş tercihler de bulunmuş. Buna filmin müzikleri de dahil. Tüm bunları gerçekleştirirken olabildiğince az efekt kullanması, ki bu bence şahsi tercihiydi, filmin etkileyiciliğini kat kat artırmış. Kullandığı tek efekt(veya bilgisayar hilesi diyelim)filmin ortalarında, artık bir şeyler olması gerektiği anlarda, kızın hastahane binasına tırmandığı sahnede vardı ki bence o seyircinin ümüğünü sıkıp, "kilitlen artık!" komutunun verilmesi için gereken hamleydi. Zamanlaması muhteşemdi! (Burada yazdıklarımı, bildiğim kadarıyla yakın gelecekte filmin Hollywood versiyonu çekilecekmiş. Onu da incelediğimiz zaman ne demek istediğimi daha iyi anlarız...)

Detaylı incelediğimiz zaman, filmin içindeki bugüne kadar toplam 4 adet sinema filmi çekmiş olan ve bu film hariç diğerlerinden gereken randımanı alamamış olan Alfredson'un "Bu işte ben de varım!" haykırışını da duyabilirsiniz. Özen var.

Genelde iyi işlendiği takdirde sevilmemeleri için bir sebep olmayan, romandan uyarlanan filmler mottosu, bu filmde de gerçekten hissedilebiliyor. Bir vampir hikayesinde, insanların psikolojileriyle de ilgilenebilmiş bir hikayedeki ana karakter Oskar, bana direkt Klass filmini hatırlattı. "Araştırma Konusu: Underdog kavramı"

Peki filmle ilgili takıldığım noktalar olmadı mı? Oldu. Hem de birkaç tane. Mesela Oskar'ın çikolata ikramını geri çeviremeyen Eli'nin istifrağ etmesi suretiyle "Bakın vampirler kandan başka bir şey ile beslenemiyor. O yüzden bu kız böyle olmak zorunda..." tarzı günah çıkartma çabası can sıktı. Gerek var mıydı, bilmiyorum. Ya da güneş ışığına negatif reaksiyon gösteren vücutlara sahip olmalarını göstermenin gereği var mıydı? Film boyunca hiç gülmeyen Eli'nin, o muhteşem son sahnede, Oskar'ın kendisine attığı ince gülümsemeye gözleriyle gülerek karşılık vermesi gereken sahnede, dudak hareketlerini gizlemek için kamerayı direkt gözlere odaklamak mide bulandırıcıydı. En kötüsü de çoğu yönetmenin düştüğü bir hata olan, "Dram filmi yavaş işlemelidir be üstad. Konuyu uzattıkca uzatacaksın ki, izleyicinin içine iyice işleyesin..." çukuruna Alfredson'un da düşmüş olmasıydı.

Ancak şunu da son olarak ekleyerek, bu bölümü kapatayım; Çok iyi bir vampir filmiydi. Adeta bir belgesel gibi ayrıntılayarak. Semih Saygıner gibi ince görerek...

***

İsveççe de çok güzel bir dil. Bunu bir kere daha görmem güzel oldu. Hem Avrupa ve Balkan dillerine, hem de İngilizce'ye olan benzerliği, beni İskandinavya'da yaşama hayallerim konusunda cesaretlendirdi.

Teşekkürler Kamaa. :).









Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorum yazmak için hiçbir engel teşkil etmez. Kelime doğrulama istemez, denetim beklemez. Öyle güzel bir yer burası.