27 Eylül 2012 Perşembe

Once Upon a Time in America (1984)


Sergio Leone. hepi-topu 13 tane film yapmış. Bunların en az beş tanesi benim için ilk yirmiye girer. Bu da onlardan birisi. Tıpkı Godfather serisinde olduğu gibi atılan her bir adımın, söylenen her bir kelimenin ya da yapılan en ufak hareketlerin bile çok büyük anlamlar taşıma ihtimalinin olduğu, kimilerine göre AĞIR filmlerden. Benim için ise için ise müthiş bir filmdi. Daha önce de izlemiştim ama sanırım çok eskidendi ve belki de sonuna kadar tamamlayamamıştım.

Öncelikle değinmemiz gereken şey, "Sergio Leone ve film müzikleri" konusudur. Dolar üçlemesi ve diğer Western filmlerini düşündüğümüz zaman aklımıza gelecek muhteşem müzikler, Leone'nin son filmlerinden birisi olan Once Upon a Time in America filminde de Gheorghe Zamfir ve Ennio Morricone adlı iki ayrı müzikal deha sayesinde doruklara ulaşmış. Tadından yenmez bir hal almış. Hatta işin Zamfir kısmının Quentin Tarantino'nun Kill Bill serisine de ilham verdiğini hissetmedim değil.

Diğer tarafta, sinemasal açıdan incelediğimiz zaman da muhteşem bir yapıyla karşı karşıya kalıyoruz. Çinlilerin işlettiği bir karanlık mekanda, afyon çeken bir adamın hikayesine şahit oluyoruz. İlk olarak anladığımız kadarıyla arkadaşlarını polise ihbar ettiği için yaşadığı yeri terketmek zorunda kalan bir adamın olayın tüm inceliklerini görebilmek adına, 35 sene sonra geri dönüşünü anlatmaya başlıyor. Daha sonra da film tam üç saat otuzdokuz dakika boyunca bir koca ömrü izleyiciye sunuyor. Sergio Leone de bu süreci çocukluk, gençlik ve ihtiyarlık dönemleri üzerinden ele almış ve yönetmiş. Bu da açıkcası filmden çok yüksek derecede keyif almamı sağlayan bir etkendi.

Başrolde Robert De Niro'yu izledik. Onunla beraber Joe Pesci, Elizabeth McGovern, James Woods da vardı. Tabi bir de Burt Young. Hani şu Rocky'nin yanında takılan kel kısa boylu, Rocky'nin ilk sevgilisinin ağabeyi olan adam. Evet, nerede bir İtalyan filmi varsa o adam da adeta orada olmak zorundaymışcasına beliriyor. Bu filmde de öyle. Resmen o da olsun diye, bir rol de ona vermişler. Tabi yanlış anlaşılmasın, rahatsızlık duyduğumuz filan yok. Kendisini de severiz. Fakat dikkat çekici yani.

Şöyle de bir diyaloğu vardı. Çok güldüm.

Frankie Minaldi: Hey, Joe, tell these guys the story about the pussy being insured. What is it? Tell these guys how you stumbled on this whole thing. Tell them the story. Come on. Pussy insurance, the insurance pussies. Tell them that story.
Joe Minaldi: Life is stranger than shit, that's all. It's a pisser. No big story. I got this insurance agent, this Jew kid named David. He conned me into every policy in the world. Every policy, name it, dogs, house, wife, life, anything. I'm drinking with the boys one night. He comes in with his wife, a brunette with a nice ass who works for a jeweller. And he's still on the hustle, this guy. So I wink at the guys, I say, "Look... the most serious policy, you don't have me covered for." He goes, "What's that, Joe?" "Cock insurance. You make me a policy that when it don't work, I get a payment. I'll write out a check now." He thinks, and he says, "I don't know if the actuality gauges govern this... but we can make a policy. But you gotta guarantee you're in good health now." I says, "Look, leave her with me. Come back and see if it stands up. If it stands up, you know I'm in good health." The jerk leaves her. I screw her. Not only that, she likes it. And she tells me when her boss, the jeweller is shipping stones to Holland, where he keeps his stash - in a drawer in the safe - everything! Can't ask for more, right? Except, one better. I never paid the first premium on the new cock policy.
Max: [laughing] Cock insurance...
Joe Minaldi: Life is funnier than shit. But... be easy with the girl. I mean that. Be easy with the girl.











Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorum yazmak için hiçbir engel teşkil etmez. Kelime doğrulama istemez, denetim beklemez. Öyle güzel bir yer burası.