3 Eylül 2011 Cumartesi

Hanna (2011) #2



İntikam hikayeleri güzeldir. En son Colombiana'da bu keyfi yaşamıştım ya hani, bu Colombiana'dan çok daha önceleri izlemeyi kafaya koyduğum bir filmdi. Dün sabaha karşı açtım, izledim.

Bir Hollywood yapımına göre çok daha ağır bir işleyişi olan, daha çok Avrupai bir film olmuş. Yönetmen de zaten bunu, tüm önemli karakterlere birden fazla yabancı dil konuşturarak seyirciye hissettirmek için ekstradan bir çaba göstermiş. Son zamanlardaki Avrupa işlerine çok fazla uzak kaldığım için de benim için ince bir teselli oldu da diyebilirim.

Yönetmenin, küçük kız temalı bir filmde, bir büyük baş hayvanın iç organlarını yere serebilecek kadar cesaret sahibi olması çok hoşuma gitti. Sert giriş de buydu zaten. Küçük bir kız ile, büyük baş hayvan avlamak. Bir hikaye ancak bu kadar ifşa edilebilirdi ve bir yönetmen de bu hikayeyi ancak bu kadar anlatabilirdi zaten. Ona bu yolda yardım edenler de çok başarılıydılar. Saoirse Ronan, konunun ana karakteri Hanna'ya hayat vermişti ki kendisi Joe Wright'ın çıkış filmi olan, 2007 yılı yapımı Atonement filminin de başrolünde boy gösteriyor. Ben oldukça başarılı buldum. 1994 İrlanda doğumlu bu çocuk, ileride çok daha iyi işlere imza atabilir. Bu filmde de Cate Blanchett ile çalışmış olması da O'nun için iyi olacaktır zira filmi izlerken Blanchett hastalığım yine nüksetti. Bir insan, bir karaktere bu kadar mı oturur ki bugüne kadar bu tarz rolde hiç izlememiştim kendisini. Psikopat, karizmatik ve KADIN kötü. Belki tam olarak kötü denemez ama yine de kötüydü be. Sonuç olarak enfesti, nefes kesti. Hem de kırk yıl düşünsen, O'nu bu tarz bir sahneye yakıştıramazdım. Eric Bana'yı zaten anlatmaya gerek yok.

Garip ayrıntıları severim. Yönetmen de bunu çok iyi yapmıştı. Mesela Hanna adlı karakterin, uzun yıllar sonra insan içine çıkmasını müteakiben, bir kaçış sonucu kendisini taşlık bir arazide bulması ve tüm dünyayı o an için öyle bir yer zannetmesi çok garipti bence. Saoirse de o sahnelerde yönetmene çok iyi karşılık verince, inanılmaz keyif verici bir sahne ortaya çıktı. Aklıma gelen bir başka sahne de, Hanna'nın florasan ile imtihanıydı. Sürekli yanıp sönen florasanı incelemesi, ona şaşırması ve kendisine o florasanı gösteren adama şaşkınlığını açık açık beyan etmesi, bence filmin bir hitgirl temalı filmden ziyade, kırsalda ve teknolojiden tamamen soyutlanmış bir şekilde yetişmiş ufak bir kızın, bir intikam uğruna kendisini böyle bir ortama sokmasının devamında yaşadığı psikolojinin incelendiğinin göstergesiydi. Hoşuma giden bir başka ayrıntı da, Safari adlı barın sahibi homo yada metroseksüel psikopat ile Marissa'nın muhabbetiydi. Bunun devamında söz konusu psikopatın, bir müslüman ülkesi olan Fas'ta o gay gay kıyafetlerle ufak bir kızın peşine düşmesi de görülmeye değerdi doğrusu. :D.

Müzikler çok yerinde kullanılmıştı. Babasının ansiklopedilerden okudukları kadarıyla bir genel kültüre sahip olan Hanna'nın, yine babasının okudukları doğrultusunda öğrendiği ve çok merak ettiği müzik konusu da filmde çok ayrıntıyla işlenmişti. Öyle ki Hanna, Fas'ta duyduğu arapça ezgileri(ki bu Kuran-ı Kerim de olabilir. İlahi de... Dikkatle dinledim, anlayamadım. O yüzden muhtemelen Kuran değildi...), İspanyol çingenelerin söylediği şarkıları, zorla yol arkadaşı olduğu ailenin radyoya eşlik edişini filan hep dikkatle inceledi. O inceleyince biz de mecburen incelemek zorunda kaldık ve çok da sevdik. :D. Seslere karşı çok hassas bir karakterdi zaten. Kötü adamı sesinden tanıdı filan. :).

Eric Bana'nın metrodaki dövüş sahnesi, gerçekten çok gerçekti. Yani emekli bir ajan, 6-7 kişiyi alt ederse, ancak bu şekilde eder. O kadar diyorum.

Birkaç da şey paylaştık, her zamanki gibi. İnşallah beğenirsiniz.








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorum yazmak için hiçbir engel teşkil etmez. Kelime doğrulama istemez, denetim beklemez. Öyle güzel bir yer burası.